30 Nisan 2020 Perşembe

Entel Dantel: Stories From Norway

 
   Aylar önce yazıp taslaklara attığım bir başka yazıyla karşınızdayım.

   Bir ara "What Does The Fox Say?" adında absürt bir şarkı çok popüler olmuştu, bilmem hatırlar mısınız? Geçenlerde bir şekilde rastgeldim o şarkının sahibi Ylvis'e. Diğer şarkılarını dinledim, sahi, şimdi ne yapıyorlar acaba derken de 2018'de çıkardıkları Stories From Norway'i gördüm. Görüş o görüş, tutuldum.


   Stories From Norway (Norveç'ten Öyküler), Norveç'in yakın zamanlı tarihinde gazetelere manşet olmuş kimi olayları belgesel, müzikal ve absürt komedi türlerini harmanlayarak sunuyor, bunu oldukça kaliteli bir şekilde yapıyor hem de. Ylvis'i dizinin hemen her parçasında görüyoruz; senaristlik, oyunculuk, şarkıların yazımı ve bestelenmesi... Yapımı Ylvis'le beraber Hasse Lindmo üstleniyor, yönetmen koltuğunda Ole Martin Hafsmo var, Christian Løchstøer senaryo ve müzik ekibinde görünüyor, Lars Bleiklie Devik de müzik ekibinde yer alıyor.

   Bölümlerden bahsedeyim kısaca, hepsinden de birer parça bırakayım.

***

Bölüm 1: Stupetårnet / Diving Tower (Dalış Kulesi)

    2008 yılında Hamar sahiline bir dalış kulesi yapılmak istenir. Yaklaşık 1,5 milyon kron tutacağı ve iki haftada biteceği düşünülmektedir. Ne var ki çılgın bir mimarın önerisi sonucu proje büyüdükçe büyür, sorunlar patlak verir, masraflar artar, yıllar geçer... Yedi yılın sonunda inşaat bittiğinde 28 milyon kron harcanmıştır.

   Şaka gibi olay gerçekten. Başlanan işi bitirmek uğruna verilen zayiatların haddi hesabı yok. Bize de pek uzak bir olay değil aslında. Gerçi değindikleri ve bizim onlardan ayrıldığımız bir nokta var: "Norveç'te para bitmez."

   Halkın en son isyan edip kuleyi yıkmaya kalkıştığı kısımdan bir kesit bırakacağım. Sefiller müzikalindeki havayı almak mümkün. Maalesef Youtube'da tam klibi yok, Facebook'taki kısa parçayı iliştiriyorum alta (biraz geç yükleniyor).

   Özet geçecek olursam, halk kuleyi yıkmak üzere toplanır, ancak sonra herkes o akşam müsait olmadığını söyleyip, mümkünse sonraya ertelemelerini rica ederek dağılır.

BURN THE TOWER
Når innbyggerne på Hamar får vite at prislappen på stupetårnet har økt til 13 millioner kroner begynne de å bli LEI, og ønsker heler å SENKE HELE TÅRNET I MJØSA... Men hvordan skal man få tid til det? Premiere i morgen, mandag, 21.30 på TVNorge.
Ylvis: Stories from Norway paylaştı: 18 Şubat 2018 Pazar

***

Bölüm 2: Superstar in Norway (Norveç'te Bir Süperstar)

   2015'te Justin Bieber Norveç'te bir konser düzenler. Medya onun gelişiyle çalkalanmaktadır (Gazetecilerden birinin tabiriyle, "Bieber konusunda diğer gazetecilerin büyük politik skandallar üzerinde çalıştığı kadar sıkı çalıştık."), hayranlar da zapt edilemez bir coşku duymaktadır.

    Ne var ki, konser sırasında sahneye su dökülür. Bieber bunu önceden çıkarıp attığı gömleğiyle silmek ister, ön sıralardaki kızın biri de kıyafete yapışır. Kısa süreli bir çekişmeden sonra Bieber konseri iptal ettiğini duyurur ve ülkeyi terk eder.

   Diziyi önerdiğim bir arkadaşımın yorumu şuydu: "O kadar olaysız bir ülke ki Bieber'in konseri iptal edişi tarihi olay olmuş." :P

   En absürt şakalar bu bölümde yer alıyordu diye düşünüyorum, çok keyif aldım.

   Aşağıya Bieber'ın sahneyi terk ederken çalan parçadan bir kesiti bırakayım.


 ***

Bölüm Üç: Fyllekjøringen / Drink and Drive (İçkili Sürüş)

   Olimpiyat şampiyonu kros kayakçısı Petter Northug, oldukça parti düşkünü bir adamdır. 2014 yılında, bir parti sonrası, arkadaşını da yanına alarak arabayla turlamaya çıkar, ancak alkollüdür. Evinden fazla uzaklaşamadan kaza yapar, yaralı arkadaşını sürücü koltuğuna oturtur ve olay yerinden kaçar.

   En sevdiğim ve eğlendiğim bölüm bu oldu. İçindeki şarkılar da birbirinden güzeldi.

   Klip, polislerin kazayı yapanın kim olduğunu bile bile soruşturma yürüttüklerini duyurmaları üzerine.


***

Bölüm Dört: Northug - en familiehistorie / A Family Affair (Northug - Bir Aile Meselesi)

   Önceki bölümün sonunda İsveç'e kaçan Petter Northug, ailesiyle bir araya gelir. Hep birlikte Petter'in durumuna çözüm bulmaya çalışırlar. Sonrasında bir kriz danışmanı gelerek Petter'e tavsiyelerde bulunur ve Petter de her şeyi (mümkün olduğunca) düzeltebilmek için canını dişine takarak çalışır.

   Büyük bir başarının, önceki hatalara toplum gözünde nasıl kefaret olduğunu gösterişi dikkate değer.

   Tüm dizideki en beğendiğim parça bu bölümde yer alıyor. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki dinlerken, absürtleştiğinde şaşırdım. Ylvis'in normal bir şarkı yapması mümkünmüş gibi nasıl düşünebilmişim, hayret. Maalesef şarkının klibi yok, ancak müthiş bir kısımdı, üzülüyorum paylaşamadığıma.

   Şarkıda Petter'in eve dönüşü ve küçüklüğünden beri onun çok üzerine düşen babasıyla yüzleşmesi anlatılıyor. Şarkıyı söyleyenler Petter ve babası. Babasını oynayan Lasse Kolsrud'un sesine bayıldım.


***

Bölüm Beş: Rakettskandalen / The Andøya Missile Crisis (Andøya Füze Krizi)

   1995 yılında, kuzey ışıklarını daha iyi kavrayabilmek üzere yürütülen araştırma kapsamında, Andøya'dan bir roket göğe gönderilir. Ne var ki roket hakkındaki bilgilendirme mektubu, Rusya'nın henüz yeni yeni kurulan ve aksak işleyen bürokratik sürecinde kaybolur. Ruslar, hava sahalarında füzeyi görünce bunun Amerika tarafından gönderilmiş olduğunu ve kendilerinin de misilleme yapmak için yalnızca birkaç dakikalarının kaldığını düşünür.

   Çok etkileyici bir bölümdü. Yeni bir dünya savaşına ve kitlesel yok oluşa ne kadar yakın olduğumuzu tüm gerçekliğiyle yüzümüze çarpıyor, ülkelerin sahip oldukları füzeleri kullanmayacağına olan komik inancımızı da. Şarkılar her zamanki gibi absürt mizah içerse de barındırdıkları gerilim muazzam.

   Aşağıdaki şarkı da o sırada Rusya'nın başında bulunan (ve Amerika'ya hayranlık besleyen) Boris Yeltsin'in füzeleri Amerika'ya yağdırıp yağdırmamak konusunda yaşadığı iç hesaplaşması üzerine. Yaşadığı baskıyı tahmin bile edemiyorum. Şarkının ortasında (1.05'te) araya konuşmalar giriyor, o kısmı geçip şarkının devamını dinlemek isterseniz 2.35'e sarabilirsiniz.


***

Bölüm Altı: Skrik-tyveriet / The Scream Heist (Çığlık'ın Çalınması)

   Bölümün başında yazdığı üzere bu, "ulusal bir hazinenin, usta bir hırsızın ve oldukça ince bir camın öyküsü".

   1994 yılında, Lillehammer'de Olimpiyatlar yapılmaktadır ve Norveç'teki tüm polisler de oraya konuşlanmıştır. Oslo'da hiç polis kalmayışını fırsatı bilen Pål Enger, Edvard Munch'un Çığlık tablosunu çalar. Bunu oldukça kolay yapar hem de. Tuttuğu adamlar yakındaki bir inşaattan alıp galeri binasına dayadıkları merdivenden tırmanır, incecik camı kırıp içeri girer ve tabloyu alıp ellerini kollarını sallayarak çıkarlar binadan. Ortada doğru düzgün kamera kaydı bile yoktur. Norveç kendi başına hırsızı yakalayamayacağını fark edince İngiltere'deki Scotland Yard'dan yardım ister.

   Röportaj yapılan isimler arasında Pål Enger de var. Çok ilginç bir insan, çok tuhaf (ve komik) cevapları hiç istifini bozmadan veriyor.

   Şarkıda tabloya alıcı çıkmasının ardından Pål ve aracısının arasındaki konuşma gösteriliyor.


***

Bölüm Yedi: Mette Marit av Norge / The Fairy Tale Of The Prince And Princess (Norveçli Mette Marit / Prens ve Prensesin Masalı)

   Norveç Prensi Haakon, bir gece kulübünde tanıştığı "sıradan halktan" Mette Marit'e aşık olur. Bu durum, tüm Norveç'te bir çalkalanmaya sebebiyet verir. İnsanlar Mette Marit'in geçmişini kazar, onun hiçbir şekilde kraliyet ailesine katılacak nitelikte olmadığını ve kraliyetin namını kirlettiğini savunur.

   Çiftin 2001 yılındaki evliliği, Norveç'in monarşi tarihindeki en önemli olaylardan biri olarak görülüyormuş. Toplumdaki sınıf ayrışmasının hâlâ ne denli katı olduğunu da gösteriyor aynı zamanda.

   En duygusal bölüm denebilir sanırım. Final bölümü için bu olayın seçilmesi güzel olmuş. "Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar..." tadında bir son.

   Aşağıdaki şarkı, çiftin küçüklüklerini konu alıyor. Prensi bir eli yağda diğeri balda görürken, Mette'ye babasının (?) yaptığı konuşmayı dinliyoruz. Babası Mette'ye büyüyünce ne isterse onu olabileceğini söylüyor (pek tabii ekonomik ve sosyal şartlar izin verdiğince). Park görevlisi olabileceğini, gemilerde alt güvertede çalışabileceğini, yakınlardaki dinlenme tesisinde tuvaletleri yıkayabileceğini vs. örnek veriyor. Şarkının sonlarına doğru da "iyi geceler prensesim, tabii ki mecaz anlamda diyorum, yoksa gerçek bir prenses asla olamazsın" diyerek konuşmasını taçlandırıyor.


***

   Çok büyük keyif alarak izlediğim bir yapım oldu Stories from Norway. Kahkahalarla seyrettim, birçok parçası da dilime takıldı. Size de tavsiye ederim. Maalesef diziyi Türkçe altyazılı bulmak mümkün değil, ancak İngilizce altyazılı bulabilirsiniz.

   Ayrıca, "Devamı gelecek mi?" sorusuna da cevap vereyim: Maalesef hayır. Konsepti, dizinin bitişinin üstünden çok geçmeden Avustralya'ya satmışlar. Üzüldüm açıkçası. Ancak arkadaşımın perspektifinden bakacak olursam şunu diyebilirim: "Herhalde ülkede olay bitti." (Keşke bu laf atmaların bir değeri olsa, ama n'apalım).

5 Nisan 2020 Pazar

Kısa Kesmek İcap Ederse: The Walking Dead


   The Walking Dead (Yürüyen Ölüler/TWD) ile tanışmam sanıyorum ki 2012 yılına, Telltale'in ilk TWD oyununu çıkardığı zamana dayanıyor. Bu oyun öncesinde de apokaliptik temalara hep ilgim vardı. Zombi konusu da ayrıca ilgimi çekerdi, çünkü bir son olarak kabul ettiğimiz ölüm, bizi sanki aldatmış gibiydi! Hayattaki en temel olgulardan birine dair bildiklerimizin sarsılışı, daha geniş bir manâda da sonumuzu getirebilirdi. Nitekim, zombi kurgularında olan da hep bu değil miydi?

   Telltale'in TWD'si ilk sezonuyla oldukça başarılıydı. Bu başarının derinlerine inebilirim, ama onu oyunun yorumuna, başka bir yazıya saklamak istiyorum. Oyuna olan sevgim, çizgi romana başlamak konusunda beni oldukça heveslendirdi.

   Sanırım 2016 yılında, nihayet çizgi romana başladım. İlk sayının da özel versiyonu çıkmıştı hani, renklendirilmiş, yapımcılarla ropörtajlar içeren... Değmesinler keyfime. Ama değdiler. Ropörtajları okurken, ellinci sayı civarı bir yerden güzel bir spoiler yedim. O kısmı okumak benim hatam da olabilir aslında, geçelim. Spoilerı unutmak için araya vakit koymaya karar verdim. 2018 başında kendimi yokladığımda hiçbir şey hatırlamadığımın farkına vardım ve tekrar başladım. Altı ay içinde o zamana kadar, yani on beş yılda çıkmış olan 180 sayıyı okudum, ve yeni sayıları beklemeye başladım. Ardı ardına sayıları devirirken çok güzeldi, şimdi beklemek tam bir nefis terbiyesi :P 192. sayıyı okudum en son, not düşeyim. Edit: Bu yazı esasen masum, habersiz bir okurun aktarımları. Bir sonraki paragrafta sebebini öğreneceksiniz.

   Geçtiğimiz haziranda dördüncü compendium (48 sayı içeren cilt) tamamlandı ve TWD tarihinde bir çağ resmen sona erdi. Edit: BU SATIRLARI YAZDIKTAN İKİ GÜN SONRA, 193. SAYIYLA SERİYE SÜRPRİZ SON YAPILACAĞINI NEREDEN BİLEBİLİRDİM? PÜH SANA, ALLAH SENİ NE ETMESİN KIRKMAN. Ohoo, daha 300'e kadar yolumuz var diyordun, bu karakterlerin değil dünyanın hikâyesi diyordun... Yalan söyleyip sürpriz diye yutturmaya çalışmak da... Kalbimi kırdın. (Bu yazının büyük bir çoğunluğunu 1 Temmuz'da tamamlamıştım, final sayısına dair yazdıklarım ve sonraki paragraflar da 4 Temmuz'a ait).

   Seri, bir polis memuru olan Rick Grimes'ın, vurulması sebebiyle girdiği komadan kalkışıyla başlıyor. Ama uyandığı dünya, bırakmış olduğu dünya değil; her tarafı yürüyen ölüler kuşatmış, medeniyet çökmüş. Bu kaos içinde eşi ve oğluna ulaşmaya çalışıyor Rick. Hikâye devam ettikçe, hayatta kalan insanların bu yeni dünyada tutunma çabalarını okuyoruz.

   Her sayının yahut cildin konusunu tek tek anlatmayacağım, ancak belli başlı birkaç olay örgüsünden bahsedeyim. Doğal olarak, spoiler içerir. Karakterlerimiz bu hayatta kalma serüvenlerinde başta yer değiştirip dururlar, ancak sonrasında oldukça iyi güvenliğe sahip bir hapishaneye yerleşirler. Bu sıralarda The Governor (Vali) ile yolları kesişir, bu kesişim sonrası hapishane artık yaşanılır gibi olmadığından tekrar yola düşülür, ve daha büyük bir dünyanın varlığı keşfedilir. Küçük çaplı politik sorunlar, Negan adlı yeni baş kötünün gelişiyle ikinci plana atılır. Negan olayı çözüme ulaştıktan sonra Whisperers (Fısıldayanlar -fısılganlar diye bir kelime uydurmak istedim, hehe) çıkar bu sefer. Sonrasında da eski, aynı hayatlarına kavuşmalarına olanak sağlayacak Commonwealth ile tanışırlar. Ama eski hayatlarına dönmek, gerçekten istedikleri bir şey midir? Sınıf farkından kaynaklanan eşitsizlik ve adaletsizlik de tekrar var olacak demektir çünkü bu. Karakterlerimiz Commonwealth'ı bu kaosun içinde yeşerdiği için takdir eder, ancak halâ daha iyisinin olabileceğine işaret ederler ve bu sefer daha büyük çaplı politik sorunlar baş gösterir.


   Bu paragraf da spoiler içerebilir, dikkat. Seriyi okumayanlar için pek anlam ifade edeceğini zaten sanmıyorum ya, neyse. En sevdiğim karakterler olarak şu isimleri sayabilirim: Önderliği elden bırakmayan Rick, çetin ceviz oğlu Carl, katanalı kahraman Michonne, ninja Jesus, ölümsüz Tyreese, minnoş Aaron, karizmatik-ötesi Ezekiel, zeka küpü Eugene, tatlış Dale, acıların adamı Hershel. Her ne kadar favori on karakterim bunlar olsa da, başka sevdiklerim de var tabii, Morgan'ı unutmak mümkün mü mesela, yahut Abraham'ı, hele ki Glenn'i. Favoriler listemin dışına çıkıp daha kimler var diye düşününce, sevenleri çok olsa da hiç ısınamadığım Maggie ve Negan (özellikle Negan) var. Andrea da benim için özel bir karakter olmadı maalesef. Vali'yi bile sevenler varmış bu arada, cidden anlam veremiyorum. Manyak ve mantık dışı bir katilin nesini seviyorlarsa. Negan da zalim bir katil, ancak en azından "insanlık" kavramı kapsamında kendince yaptığı bir şeyler var, ayrıca dinlediğinde (dinlemeyi tercih etmemesi asıl sorun zaten) mantıklı kararlar verebiliyor. Bir de konuşma biçimi tabii. Bu sebepler dolayısıyla gene az buçuk Negan'ın neden sevildiğini anlayabiliyorum.

   Tyreese-Rick ilişkisi bana Telltale oyunundaki Lee-Kenny ikilisini hatırlatmadı değil, apokalips kardeşliği :P Michonne'un seriye dahil oluş şeklini pek sevmemiştim, ancak sonradan kendisini sevdim. Onun da Rick'le olan arkadaşlığı oldukça güzeldi. Jesus ile Aaron'ın dahil oluş biçimleriyse üzücüydü biraz. (Spoiler: İlk dakikadan dayak yediler ya. Yazık günah.)

   Seride bir noktada Rick "O kadar çok insanı kaybettik ki bu noktaya gelirken... İsimlerini dahi hatırlamak güç artık." minvalinde bir söz söylüyordu. Sahiden de öyleydi bir okur olarak benim için bile. Sanki yıllardır o yollardan beraber geçmişiz, bu esnada birçok insanı yitirmişiz ve artık sadece silinmeye yüz tutmuş anılardan ibaretler gibi...

   Yitirilen insanlardan bahsetmişken, çok saçma bir şey yaşamıştım, burada da dursun. TWD'yi genelde bol miktarda küçük çaplı çığlıklar ve sövgüler eşliğinde okuyordum (her şeyi berbat eden karakterlere sövüyordum, yanlış anlaşılmasın). Neyse, tam değer verdiğim karakterlerden biri hiç beklemediğim bir şekilde ölmüştü ki dayanamayıp ağıt yaktım: "Gittiiiiii, dağ gibi adam..." O gün de Stephen Hawking vefat etmişti. Ben tam haykırmadan birkaç saniye önce oda arkadaşlarımdan birinin bir arkadaşı gelmişti, beni duyunca ikisi de afalladı bir, sonra dediler ki: "Hee, Hawking öldü ya, onu diyor."

   Karakter ölümleriyle ilgili; şimdi yazacağım listedeki şeyleri yapan kimseler %90 gibi bir ihtimalle, beş-on sayı içinde ölüyor, ancak ben ille de şok olmak istiyorum derseniz lütfen bu paragrafı geçiniz. SPOILER! 1- Sevgilisine ihanet etmişse. 2- Gelecek hakkındaki planlarından bahsetmişse. 3- Çok duygulu bir konuşma yapmışsa. 4- Saatli bir bomba gibiyse ve Rick ile birkaç defa bozuşmuşsa. Bonus: Sana ihtiyacımız var denilmişse. Çok zalimce.

   Rick'in liderlik konusuna gelecek olursak, seri boyunca verdiği birçok kararı destekledim okurken, birkaç kez ise kesinlikle katılmadığım kısımlar oldu. Genel anlamda iyi bir lider olduğunu düşünsem ve serinin başarısını biraz buna bağlasam da, bir arkadaşım eğer olayları Rick ve grubunun bakış açısından değil de karşı taraftan okusak, Rick ve grubunun hareketlerinin gayet zalim ve insanlık dışı bulunabileceğini söyledi. Seriyi okuduysanız, siz neler düşünüyorsunuz bu konuda?

   Buraya iliştirmek istediğim bir parça var. Her ne kadar temposunu serinin havasına pek uygun bulmasam da sözlerinin epey uygun olduğu kanısındayım (Çevirmeye çalıştım ancak eğreti oldu, hem de yazıyı epey uzattı, o sebeple sildim. İngilizce bilmeyenlerden çokça özür dilerim, bir gün belki düzgün bir şekilde çevirirsem yorum kısmına eklerim):


   Seriyi okurken fark edeceğiniz bir nokta da yürüyen ölülerin esasen zombiler değil, insanlar oluşu. Hayatta kalmak için yaptıklarıyla içten içe ölen insanlar, yahut geleceğe dair bir umutlarının kalmayışıyla. Kaldı ki bir noktada Rick de tam olarak bunun üzerine konuşma yapıyor. Yanılmıyorsam bir başka söylevinde de bunla ilgili güzel bir noktaya değiniyor: "Bir gün hayatta kalmaya çalışmayı bırakıp gerçekten yaşamaya başlayabiliriz." Zira, sürekli yaşam savaşı sürdürmek, tam anlamıyla yaşamak sayılır mı? Bu yeni dünyadaki gerçek düşmanın/canavarın ölüler değil, yaşayanlar oluşu da dikkate değer ve gerçekçi bir konu.

   Madem seri sona erdi, final sayısına ayrıyeten değinmek istiyorum. SPOILER! Zamanda atlama yapılan sonlardan nefret ederim. Son sayıyı da kısa sürede birçok şeyi toparlamaya çalışan bir sayı olarak buldum. Yani, bir önceki sayı son sayı olsa, ucu açık kalacak olmasına rağmen daha mutlu olurdum sanırım. Kirkman mutlu bir sonu bizle buluşturmak istemiş, ancak şart değildi benim nazarımda. Bir de, öykünün Rick'in değil, bu apokaliptik dünyanın öyküsü olduğunu söyleyip duruyordu. Eh, en son sayfada Carl'ı, Rick'in maceralarını kızına okurken görmek bunun başından beri Rick'in öyküsü olduğunu göstermez de neyi gösterir? Haa, neyi gösterir biliyor musunuz? Bir keresinde sizden gelen mektuplar kısmında hayranın biri "Yoksa tüm TWD serisi, How I Met Your Mother'ın Carl ve Lydia için bir versiyonu mu?" diye sormuştu ve Kirkman tarafından reddedilmişti bu fikir, ancak görünen o ki zaman içinde bu fikre ısınmış, Lydia'yı Sophia ile değiştirmiş ve son sayıyı bir bakıma bu şekilde bağlamış.

   Son sayıdaki kapanış yazısında Kirkman, seri için önceden başka bir son planladığından bahsediyor, 72. sayı için. Bu sonda ne olacakmış derseniz... Rick, Alexandria'nın savaşmaya değer bir yer olduğunu, göçebelik günlerinin sona erdiğini belirten bir söylev verecekmiş grubuna, bu esnada yüzüne yakın çekim yapılacakmış (çizgi romanda yakın çekim mi olur, nasıl çevireceğimi bilemedim). Sonraki sayfada yine Rick'in yüzü olacakmış, ancak bu sefer taştan oyma bir şekilde. Daha uzaktan bakılan bir sonraki karedeyse bu heykeli sarmaşık bürümeye başladığını ve üstünde çatlaklar oluştuğunu görecekmişiz. Daha da uzaklaşıldığındaysa anıtın durduğu yerin tam da söylevi verdiği yer, Alexandria olduğunun farkına varacakmışız, ancak harap evlerle dolu hayalet bir kasaba gibi olacakmış burası. Uzaklaşmaya devam ettikçe de zombileri görecekmişiz etrafta. Görünen o ki, Rick anıtı dikilecek kadar önemli bir insan addedilmiş, medeniyeti el ele yeniden inşa etmişler, ancak yine de nihayetinde ölüler kazanmış ve insanlık geri dönüşü olmazcasına yok olmuş. Bu son için utanç verici derecede kötü, tatsız ve üzücü demiş Kirkman, anlatmak istediği tüm hikayeyi de anlamsız kılıyormuş. Benim hoşuma gitti oysa ki. Neyse, olan oldu, biten bitti.

   Bir seferinde, sizden gelen mektuplar kısmında Kirkman tüm öyküyü uzaylı saldırısına bağlayarak bitireceğini söylemişti. Bir sayıda bunu alternatif son olarak cidden sundu da :D Hepi topu beş sayfa olsa da epey travmatik bir sondu benim için, yukarıdakinden bile. Başta cidden sözünü tutmuş diye gülmüştüm, ama sonra dehşete düşmüştüm yaşananlar sebebiyle. Gerçi yukarıdaki sonda da bunda da ölüm var, işin ne kadarının görselliğe döküldüğü ne kadarınınsa sezdirildiği tepkiyi etkiliyor tabii. Neyse. 200. sayıya da sadece ana karakterin görebildiği aptal, yeşil, uçan bir uzaylı koyacaklarını söylemişti Kirkman, hani, nerede...

   Karakter özel sayılarına değineyim bir de. Tek cümleyle ifade edecek olursam, hiçbir esprileri yok. Bulamazsanız bir şey kaçırmazsınız, çoğu zaten seride bahsedilen konulardan oluşuyor ve ek bir bilgi sağlamıyor. Bir de Brian Vaughn tarafından yazılıp çizilmiş Alien adında bir yan sayısı vardı, fena değildi, ancak çok sevdiğimi de söyleyemem.

   Özel sayı olarak belki dünyada neler olduğuna değinebilirdi Kirkman. Çeşitli ülkeler nasıl baş etmeye çalışmıştı virüsle? İlk günler nasıl geçmişti dünya çapında, virüs üzerinde çalışan ekipler nasıl vazgeçmişti? Beyni parçalamak dışında bir çözüm var mıydı? (Beyin zarar görmeden zombilerin durdurulamayışı, onları "canlı" tutan asıl şeyin sinir sistemi olduğunu gösteriyor sanki. Belki sinir sistemini felç eden bir zehir onları durdurabilirdi. Özel sayının birinde bir kabilenin bu yöntemle onları durdurduğunu düşünsenize meselâ). Uzaydaki astronotlar ne yapıyordu, dünyaya dönecekler miydi, yahut durumdan ne denli haberdarlardı? Virüsün ulaşmadığı yerler var mıydı, misal kutuplar? Bunlar aklıma gelen sayılı örnekler. Anlatılan öykü, bunlar sayesinde cidden iddia edildiği üzere dünyanın öyküsü olabilirdi, Rick'inki yerine.

   Son sayısı hariç oldukça sevdiğim bir seri oldu The Walking Dead, çoğu zaman yüreğim ağzımda okudum, hatta okumadım da sanki yaşadım. Teşekkürler bu seriyi yazdığın için Kirkman. Ellerine sağlık Charlie Adlard, yorulmadan çizip durdun. Tony Moore, sen de ilk altı sayıyı çizmiştin, senin de ellerine sağlık. On altı yıllık macera sona erdi dün itibariyle, ben de bir buçuk yıldır bu çılgınlığın bir parçasıydım okur olarak. "300. sayıya varacağız daha" dediği için Kirkman, okurken yaşlanacağımı sanmıştım, pek olmadı o, ama neyse. Gençlik macerası olarak kaldı :P

Puan: 5

2 Nisan 2020 Perşembe

Entel Dantel: The Maker

   Ne zaman bir yazı yayınlayacak olsam doğru zaman gibi gelmiyordu, ama doğru zaman nedir ki, değil mi? En azından artık taslaktakileri yayınlayayım diyorum. Bu ay yazı açısından bereketli bir ay olacak diye umuyorum.

   Aşağıya sevdiğim bir kısa filmi bırakacağım. Verdiği mesaj sebebiyle "doğru zaman" (haha) olduğunu düşünüyorum bunu paylaşmak için. Sağlıcakla kalın.