20 Ağustos 2014 Çarşamba

Sıradakinden Alıntı

   ''Ben de gerçek hayatımın yirmili yaşlarındayken şimdiki halim kadar zinde değildim. Artık egzersiz yapmam bile gerekmiyor üstelik.''

   ''Kendi başının çaresine bakacak şekilde tasarlanmış bir bedenin var,'' diye hatırlattı Robbins.

   ''Tanrı'ya şükür öyle. Tam bir çörek hastasıyımdır,'' dedi Wilson.

   ''Üstelik ona sahip olmak için yapman gereken tek şey, evrendeki diğer tüm zeki canlılar tarafından üzerine ateş açılması,'' dedi Robbins.

   ''Olur o kadar,'' diye belirtti Wilson.


17 Ağustos 2014 Pazar

Tazecik Kitap Yorumu: Bulut Atlası - David Mitchell


   Bulut Atlası ile ilk karşılaşmam, okuldan çıkarken kitabın film uyarlamasının afişini görmem ile oldu. Aradan günler, aylar geçti ve ben bir gün bu kitaba denk geldim, tam da kitabın kapağı film afişli olunca, bende jeton düştü :D Dedim neyin nesiymiş bu kitap, konusunu okudum ve hoşuma gitti, ekledim okunacaklar listesine.

   Kitap, altı farklı hikayeden oluşuyor. Bu hikayelerin her biri farklı bir türe ait. Hikayelerin kitapta yer alış sırası ise 1-2-3-4-5-6-5-4-3-2-1 şeklinde. Bir hikaye yarıda kesiliyor ve bir sonraki hikayeye geçiliyor, sonradan geri dönüş yaparak, hikayenin kalanını da okumuş oluyoruz.

   İlk hikayemiz, Adam Ewing'in Pasifik Güncesi. 1850'li yıllarda geçiyor. Bu bölüm, günlük tarzıyla yazılmış, adından da anlaşılabileceği üzere. Ewing bir noter. Gemisi de Hintlilerin yaşadığı bir adada şimdilik demir almış durumda. Bu adada Dr. Henry Goose ile tanışıyor. Ewing'in hikayesi, Dr. Goose tarafından hastalığının tedavi edilmeye çalışılması ve yardım ettiği bir Moriori yerlisiyle devam ediyor.

   İkinci hikayemiz Zedelghem'den Mektuplar. 1930'lu yıllarda geçiyor. Bu bölüm, Robert Frobisher'in Rufus Sixsmith'e yazdığı mektuplardan oluşuyor. Frobisher bir müzik dehası, ancak baba evinden ve okulundan kovulmuş. Paraya ihtiyacı var. Aklına bir fikir geliyor Frobisher'in, hastalığı sebebiyle yıllardır beste yapamayan ünlü bestekâr Vyvyan Arys'in katibi olmak için onun evine, Belçika'ya gidiyor. İlk gittiğinde istediği gibi karşılanmıyor, ancak sonradan işleri rayına oturuyor.

   Üçüncü hikayemiz Yarım Hayatlar-İlk Luisa Rey Gizemi. Bu hikaye kısa kısa bölümlerden oluşuyor ve siyasi polisiye türünde yazılmış. 1970'lerde geçiyor. Rufus Sixsmith, Swanneke Adası'nda yakında faaliyete başlayacak olan atom enerjisi projesinin denetçi bilim insanlarından. Bu projenin, dünyaya çok büyük bir zarar vereceğinin farkında. Bu duruma tek karşı çıkan kendisi, çünkü diğer denetçi bilim insanları o ya da bu şekilde susmaya ikna edilmiş. E, madem Sixsmith ikna edilemiyor, ortadan kaldırılması gerekiyor. Ama bundan önce Sixsmith, bildiklerini az da olsa gazeteci Luisa Rey'e çıtlatmayı başarıyor. Daha sonra Luisa Rey, bu işin peşine düşüyor.

   Dördüncü hikayemiz Timothy Cavendish'in Dehşetli Çilesi. Anı türünde yazılmış. 2000'lerde geçiyor. Timothy Cavendish bir editör. Bir gün bir ödül gecesindeyken, Cavendish'in yanına editörlüğünü yaptığı Dermot Hoggins yaklaşıyor, Felix Finch'in de bu gece burada olduğunu söylüyor. Hoggins'in yazmış olduğu kitabı yerden yere vuran bir eleştiri yazmış olan Felix Finch. Hoggins tutuyor Finch'i yakasından, sonra balkondan aşağı atıyor. Bu olaydan sonra, Hoggins'in kitabının satışlarında patlama yaşanıyor. Bir süre sonra Hoggins'in kardeşleri, Cavendish'i parayı söğüşlemekle suçlamaya geliyor ve ertesi güne kadar elli bin dolar getirmesini istiyorlar. Cavendish dehşete düşüyor, eski borçları ödediği için o kadar para yok elinde. Kardeşi sayesinde, ortalık durulana kadar saklanabileceği Aurora Evi'ne gidiyor. Bir otel olduğunu sanarak kayıt yaptırıyor, ancak ertesi gün orasının bir huzurevi olduğunu öğreniyor. Oradan çıkmasına imkan yok. Hadi geçmiş olsun Cavendish.

   Beşinci hikayemiz Sonmi-451'in Niyazı. Söyleşi türünde yazılmış, bir bilim-kurgu öyküsü. 2100'lerde geçiyor. Sonmi-451 bir klon. Klonların köleleştirildiği, korpokrasi temelli bir dünyada yaşıyor. Kendisi garsonluk yapıyor. Klonların temel içeceği olan Sabun, onların zihinlerini de temizliyor - onları bilinçsiz kılıyor diyebiliriz-. Ne var ki bir şekilde Sonmi-451 ve arkadaşı Yoona-939 bilince kavuşuyor. Sonmi-451 yaptıkları -ve ona yardım edenler sayesinde- insanların toplum düzenine eleştirel bir gözle bakabilmesini sağlayan bir öncü oluyor.

   Altınci hikaye Sloosha Geçidi ve Sooraki Her Bi' Şey. Bu da anı türünde. Cavendish anısını yazmış, bu hikayenin kahramanı olan Zachary ise anlatıyor, tek fark bu. Bu hikayede biraz fantastik ögeler de var. 2300'lerde geçiyor. Düşüş denen felaket sonrası dünya mahvolmuş, insanlar ilk çağlara dönmüş. Zachary'nin adasına bazen Öngörülüler geliyor, hala elinde medeniyete, teknolojiye ve ve bilime ait şeyler bulunduran insanlar bunlar. Bir Öngörülü kadını, altı ay boyunca bu adada kalmak ve adadakilerin kültürünü öğrenmek istiyor. Bunun karşılığında Öngörülüler, adalılarla bir sonraki takaslarında çok daha cömert davranacak. Bu Öngörülü de Zachary ve ailesinin evine konuk oluyor. Sonra olaylar gelişiyor, gelişiyor.

   Hikayelerin konuları bu şekilde. Hikayeler hakkındaki yorumlarıma gelecek olursak...

   Adam Ewing'in Pasifik Güncesi'nde dönemin kültürü iyi yansıtılmış ve kölelik eleştirisi güzel yapılmış. Günlük türüne de bayılıyorum.

   Zedelghem'den Mektuplar'daki Frobisher karakterini kibirli bulmam sebebiyle onun kısımlarını okumaktan pek zevk alamadım.

   Yarım Hayatlar'ı çok beğendim. Kurgusu biraz tahmin edilebilir olsa da güzeldi.

   Timothy Cavendish'in Dehşetli Çilesi'ni başı ve sonu hariç beğenmedim, Cavendish'i de sinir bozucu buldum. Ama gerçekten hikayesinin başına ve sonuna lafım yok, çok heyecan verici ve güldürücüydüler.

   Sonmi-451'in Niyazı en sevdiğim hikaye oldu. Nelere takıldım diye düşünüyorum, bazı kısımların gerekliliğini sorguladım, sonunun bağlanış biçimi de tuhaf geldi. Ama David Mitchell gerçekçi, acımasız bir dünya tasarlamış, takdir ettim.

   Sloosha Geçidi ve Sooraki Her Bi' Şey biraz farklı bir hikayeydi, ama sevdim. Düşüş'ten sonra insanlarla birlikte dil de değişmiş, öykünün başlığından da anlayabilirsiniz.

   Kitabın ilk yarısını ikinci yarısına göre daha çok beğendim. Bu arada kitabın iddiası, tüm öykülerin birbiriyle bağlantılı olacağı, hayatların birbirinin içine geçeceği, bütünleşeceği yönündeydi, ancak bu konuda biraz hayal kırıklığına uğradım.

   Kitabın filmine de laf atıp yazıyı bitiriyorum. Bu arada yazı çok uzun oldu, cidden okuyup bitiren bir insan varsa, kendisine çok büyük saygı duydum, teşekkür ediyorum buradan. Ama ne yapalım, kitap bünyesinde altı kitap barındırıyor gibi, yorumu da uzun oldu bu sebeple. Neyse, filmi diyordum. Filmde sürekli altı hikaye arasında atlama yapılıyor, eğer kitabı okumadıysanız takip etmeniz biraz zor olabilir. Kitaptaki önemli olaylara filmde yer verilmeyişi hoşuma gitmedi. Oyunculuklar başarılı, karakter tasarımlarında da büyük özen gösterilmiş. Her oyuncu üç beş rolü üstleniyor, aynı oyuncuyu farklı karakterde görünce tanımamanız mümkün. Ancak makyajla ırk değiştirmelerini epey garipsedim, bence yapılmaması gereken bir şeydi. Filmi beğenenlerin kitaba da bir şans vermesini tavsiye ederim.

Puan: 4

14 Ağustos 2014 Perşembe

Hoşuma Yapışanlar

   Genç-yetişkin yazarlarına sormuşlar, eğer kitaplarınızdaki karakterler Hogwarts'a gitselerdi, hangi binada olurlardı diye. Bir de, lütfen karakterlerinizin resimlerini çiziniz demişler. Çok hoş şeyler çıkmış ortaya. Listede en çok ilgimi çeken Scott Westerfeld oldu. Diğer yazarların fotoğrafları da çok sevimli gerçi, yirim! :D

   Scott Westerfeld, Çirkinler karakterlerini nasıl atamış binalara bakalım :D




   Listenin tamamına buradan ulaşabilirsiniz efenim.

10 Ağustos 2014 Pazar

Tazecik Kitap Yorumu: Seçilmiş Öyküler - Stefan Zweig


   Bizim buradaki kütüphaneye son iki gidişimde hep Stefan Zweig'ın Amok Koşucusu kitabını sordum. Kitap, sistemde kayıtlı ve rafta gözüküyor. Ama ara tara, yok! Halbuki iki gidişimde de ödünç alıp okumayı en çok istediğim kitap oydu. İkinci seferde baktım, yine bulamıyoruz kütüphane görevlisi ablayla, dedim şu Seçilmiş Öyküler'in içinde neler varmış, bir bakayım. Vee, ta-da-da-tam-da-damm! Amok Koşucusu da var. Aha dedim, alıyorum bunu ben.

   Kitap on dokuz öyküden oluşuyor. Öyküler sırasıyla şunlar:
- Kitapçı Mendel
- Yürüyüş
- İki Yalnız
- Ormanın Üstündeki Yıldız
- Geç Ödenen Borç
- Fantastik Gece
- Amok Koşucusu
- Meçhul Bir Kadından Mektup
- Lyon'da Düğün
- Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat
- Prater Baharı
- Bir Çöküşün Hikayesi
- Mürebbiye
- Haç Nişanı
- Unutulmaz Bir İnsan
- Kadın ve Doğa
- Kısa Bir Yaz Öyküsü
- Avare
- Unutulmuş Düşler

   Bu öyküler arasında en beğendiklerim, Kitapçı Mendel, Geç Ödenen Borç, Amok Koşucusu, Meçhul Bir Kadından Mektup, Unutulmaz Bir İnsan ve Avare oldu. En sevmediklerim ise Fantastik Gece, Bir Çöküşün Hikayesi ve Kadın ve Doğa. Diğer öyküler güzel ile sıradan arasında seyrediyor nazarımda.

   Her öykü hakkında yorumda bulunamayacağım, sadece çok beğendiklerimin konularını yazıp geçeceğim.

   Kitapçı Mendel'de, şimdiye kadar basılmış hemen her kitabı bilen, zamanını sürekli kitap okuyarak geçiren(ama sadece künye bilgilerini), dünyadan habersiz Kitapçı Mendel'in hikayesini okuyoruz. Savaş zamanında dünyadan habersizliği, kendisine pahalıya mal oluyor.

   Geç Ödenen Borç'ta, bir kadının diğer bir kadına yazdığı mektubu okuyoruz. Bu ikisi, henüz genç kızken, şehirlerindeki(yoksa semtlerinde miydi, hatırlayamadım) bir tiyatrocuya aşıklar. Bu tiyatrocu hakkında her şeyi biliyor, yedi yirmi dört adamı gözlüyor, adamın oynadığı her oyuna gidiyor, onun hakkında yazılmış her eleştirmen yorumunu okuyorlar. Yıllar sonra bu takıntıları bitmiş tabii, ama anlatıcımız, arkadaşına bir olayı anlatmaktan geri duramıyor. Tatil için gittiği sevimli bir köy otelinde, bu tiyatrocuya rastlıyor. Tabii adam artık yaşlanmış, çökmüş. Millet hor görüyor bunu, davranışlarını çok yapmacık buluyor. Bizim kadın da, gençliğinin bu önemli şahsiyetine vefa borcunu ödüyor.

   Amok Koşucusu'nda, Hindistan'a giden bir doktorun, kürtaj olmak isteyen zengin bir İngiliz bayanla karşılaşması ve hayatının alt üst olması anlatılıyor.

   Meçhul Bir Kadından Mektup'ta, ünlü bir yazara gelen, üzerinde isim yazmayan mektubu okuyoruz. Demin çocuğum öldü, diye başlıyor mektup, sonra mektubun yazıcısı kadın, yazarı ne kadar iyi tanıdığını, onun nasıl da hayatının mihenk taşı olduğunu anlatıyor. Sonra her şey açıklığa kavuşuyor.

   Avare'de, bir kez sınıfta kaldıktan sonra derslerini, arkadaşlarını, kısacası hayatı boşlayan, çöken bir gencin hikayesini okuyoruz.

   Unutulmaz Bir İnsan'da, herkese yardım eden, paranın kölesi olmayan bir adamdan bahsediliyor. Bu gerçekmiş sanırım.

   Bu saydığım ilk beş hikayede, boğaza bir yumru oturmadan okumak imkansız gibi. Stefan Zweig biliyor insanın nereden kanına gireceğini. Hikaye bittiğinde, tır çarpmış gibi hissediyor insan.

   Diğer öykülerle ilgili olarak, eh, yazarın her yazdığı mükemmel olacak diye bir kural yok. Bu altı şahane öykü, yüz sıradan öyküye bedel bence. Bir de Stefan Zweig, bir insanın bir insana bir şeyler anlatmasıyla başlayan kurguyu, hemen her öyküsünde kullanmasaymış, daha iyi olacakmış.

   Bir şey daha öğrendim, 450-500 sayfa Zweig okumak, insana iyi gelmiyor. Çünkü yazar psikolojisiyle oynuyor insanın, üstünüze fenalık çöküyor bir noktadan sonra. Yine de, Zweig'ı en sevdiğim yazarlar listesine ekliyorum, sadece, onun kitapları art arda okunmayacak.

Puan: 4

5 Ağustos 2014 Salı

Distopik Alemlerde Yaşasa İdim...

   Yapacak işlerim olmasına rağmen-bkz. bloga yazılacak beş kitap yorumu (her ne kadar dördünü aynı yazıya sığıştırmayı düşünsem de), çalışılacak dersler, günlüğe henüz yazmadığım ama yazmam gerektiğini sürekli kendime hatırlatıp durduğum geçen haftanın olayları-, bir işsizlik yapmaya karar verdim. Dedim, şu okuduğum distopyalardan bir liste yapayım bakayım, on altı yaşında o kurguda olursam ne oluyormuş.

  •  Genç Linus'un Öfkesi evreninde yaşasaydım; Büyük Düzenleyici'nin önünde sınava girip, düzeyime yerleşeli iki yıl olmuş olacaktı.
  •  Uyumsuz evreninde yaşasaydım; bu sene yetenek sınavına girecektim ve topluluğum belli olacaktı.
  •  Yoklar evreninde yaşasaydım; yok olmuş olacaktım. (Oh valla, kafam rahat. Ne uğraşacağım hükümdarlık davasındaki ergenlerle, konuşan ve saldırgan kurtlarla, insan yiyen böceklerle.)
  •  Açlık Oyunları evreninde yaşasaydım; iki sene daha Açlık Oyunları için çekilen kurada adımın çıkması ihtimali olacaktı.
  •  Eşleşme evreninde yaşasaydım; seneye Topluluk tarafından eşim belirlenecekti.
  •  Düşman evreninde yaşasaydım; ölmüş veya zombiye dönüşmüştüm. (Şahane. Gerilim yok, bir şey yok.)
  •  Iskarta evreninde yaşasaydım; iki sene daha ıskartaya çıkarılma ihtimalim olacaktı.
  •  Çirkinler evreninde yaşasaydım; bu sene güzellik ameliyatımı olacak ve Güzeller'in yanına yerleşecektim.
  •  Yaşlı Adamın Savaşı evreninde yaşasaydım; KSG'ye katılmak için önümde elli dokuz yıl olacaktı. (Ohoo...)
  •  Beni Seç evreninde yaşasaydım; Seçim kurasına katılmaya hak kazanacaktım.

    Gerçek hayata kaldığımız yerden devam.


3 Ağustos 2014 Pazar

Tazecik Kitap Yorumu: Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar


   Günlerdir bu kitaba nasıl bir yorum yazacağım diye kıvranıp duruyorum, ama bugün topladım cesaretimi, yazayım bakayım.

   Kitap şöyle başlıyor:

   ''Ulema, cûhela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası bir meşhur bir kent vardı.''

   Kitabın dili başlangıçta ağır gibi görünse de devamı duru bir Türkçe ile yazılmış. ''Kitap resmen Osmanlıcayla yazılmış, dili çok ağırdı.'' tarzı yorumlar gördüm, ilk sayfada kitabı okumayı bıraktılarsa doğru olabilir ancak genele bakıldığında katılmıyorum.

   Uzun İhsan Efendi'yle tanışın (Selâmun aleyküm İhsan Efendi :D). Kendisi, rüya görürken, aslında gerçek dünyayı gördüğünü düşünüyor. Madem öyle, o zaman ben uyurken dünyayı gezebilir ve bir atlas oluşturabilirim diyor. Kitabını bitirdiğinde de adını ''Puslu Kıtalar Atlası'' koyuyor ve oğluna hediye ediyor bu kitabı.

   Uzun İhsan Efendi, oğlu Bünyamin'in dünyayı, kendisi gibi yattığı yerden rüyalarında değil de kendi gözleriyle görmesini, maceralar yaşamasını istiyor, oğluna evden ayrılması konusunda salık veriyor. Bünyamin'in canına minnet zaten.

   Kitapta Uzun İhsan Efendi'nin sorgulamaları da mevcut, ki bunlar şahane. Yaşadığımız hayat gerçek midir? Yoksa aslında uyuyup, rüyalarımızda gerçeğe mi uyanıyoruz? Düşünmemiz, var olduğumuza bir kanıt mıdır? Bir de, Uzun İhsan Efendi'mizin eline Rendekâr'ın Zagon Üzerine Öttürmeler kitabı geçiyor ki, bu kitap da sorgulamalarını biraz ileri taşıyor. Bu arada, Rendekâr, René Descartes'ten başkası değil.

   Kitabın neredeyse her bölümünde yeni bir karakterle karşılaşıyoruz. Ama bu karakterlerin hikâyeleri dönüyor dolaşıyor, Uzun İhsan Efendi ve oğlu Bünyamin'inkine bağlanıyor.

   Kitabın türü ne derseniz, ortaya karışık doğrusu. Hem tarihi, hem fantastik, hem felsefi, hem gizemli bir kitap, ne ararsanız var içinde. Tüm bu ögeler, kitaptan aldığınız zevki arttırıyor, İhsan Oktay Anar şahane bir şekilde harmanlamış bu ögeleri çünkü.

   Kitabı okuduktan sonra aklıma birkaç şey takıldı, eğer kitabı okuduysanız, soruma cevabınızı merak ediyorum. (DİKKAT: SORU AŞIRI SPOİLER İÇERİR.) Madem her şey Uzun İhsan Efendi'nin etrafında dönüp bitti, madem gerçeklik o düşündükçe oluyor, dünyanın akışına o yön veriyordu, o halde neden kendisinin, oğlunun veya Alibaz'ın başına korkunç şeyler gelmesine engel olmadı? (SPOİLER BİTTİ.)

   Kitabı severek okudum. Epey de sürükleyiciydi. İhsan Oktay Anar'ın diğer kitaplarını da okumayı koydum kafaya. Vee, şahane bir haber, İletişim Yayınları'nın yeri Cağaloğlu'ndaymış! Eh, gideyim bari oraya ^_^

Puan: 5


2 Ağustos 2014 Cumartesi

Sıradakinden Alıntı

   Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazen o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir âlem kurup, keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. Oysa Uzun İhsan Efendi, Dünya'nın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi.