Geldik bir blog yılının daha sonuna. Gelenek olduğu üzere, her yılın yazı sayısını paylaşayım.
İlk yıl: 162
İkinci yıl: 164
Üçüncü yıl: 108
Dördüncü yıl: 45
Beşinci yıl: 23
Altıncı (bu) yıl: 32
Nasrettin Hoca'ya sormuşlar, hoca hoca, ölen blog dirilir mi, hoca da demiş ya olursa... (şuan hocanın kemiklerini sızlattım sanırım). Blogu diriltmek istiyorum, gerçekten. Aslında bugüne kalmadan yayınlamayı düşündüğüm ve yazıp taslaklara attığım veya kenara kaydettiğim başka yazılar da vardı, düzenleyip yayınlamak nasip olmadı.
Herkese sabır ve sıhhat diliyorum, güzel günlerde yeni yazılarla görüşmek umuduyla, hoşçakalın.
26 Kasım 2018 Pazartesi
22 Kasım 2018 Perşembe
Tazecik Kitap Yorumu: Triffidlerin Günü - John Wyndham
"Çarşamba olduğunu düşündüğünüz bir gün pazar gibi başlamışsa ciddi bir sorunla karşı karşıyasınız demektir."
Bir iş gününde duyacağınız bütün o gürültüden uzak bir sabaha uyandığınızı hayal edin, ne motor kükremesi, ne korna, ne de bir yerlere yetişmek için oradan oraya koşuşan insanların adım sesleri. Sessizlik; ara sıra tereddütlü ayak sürüme sesleri ve çığlıklarla kesilen.
Bill Masen, triffidler üzerine çalışan bir bilim adamıdır. Bir çeşit bitkidir bu triffid, hareket kabiliyeti olan, etçil bir bitki. İnsanları bile öldürebilecek kuvvette bir zehir üretir. Peki neden yine de insanoğlu bu triffid denen bitkiyi yaşatır? Ondan elde edeceği yağın ekonomik getirisi için elbette.
Masen bir gün bu zehrin gözüne sıçraması üzerine hastaneye kaldırılır, başı da sargıya alınmıştır. Sargılarının açılmasından önceki gece radyolardan duyuru yapılır, gökyüzünde muazzam bir şölen vardır, daha önce böylesi parlak renkli ve ışık saçan bir meteor yağmuru görülmemiştir. Aslına bakarsanız, belki bir daha görülmeyecektir de... Çünkü ertesi gün, bu olaya tanık olan herkes kör olmuştur.
Sargılarını korkarak açar Masen, ancak bu gözlerini yeniden açtığı dünya, kaçınılmaz bir yıkımın eşiğindeki bir dünyadır: Nüfusun %99'unu etkileyen bir körlük, dünya üzerindeki en zeki ve manipülatif varlık olan insanın bir bakıma elenmiş olması sebebiyle besin zincirinde bir üst basamağa geçen triffidler ve bir de etrafı kasıp kavuran bir salgın hastalık...
Ana karakterimizle beraber şehri dolanırken, intihara kalkışan birçok insana da rastlarız; bu da kurgunun geçtiği dönemde, ülkelerin uzaydaki uydularına verecekleri tek bir komutla birbirlerini haritadan silebilecekleri tehditlerinin gırla döndüğü paranoya döneminin etkisi olsa gerektir. Öte yandan, yazarın kendi içinde yaşadığı dönem de esasında pek farklı değildir.
Kitapta bu muazzam afete çeşitli yaklaşımları görme fırsatımız olur; görenlerin kaçıp medeniyeti sıfırdan inşa etme ideali veya görenlerin görmeyenlere liderlik ederek sistemi kurtarmaya çalışması gibi... Açıkçası, Triffidlerin Günü okuduğum en korkutucu ve ahlaki açıdan en çok ikilemde bırakan kıyamet senaryosuydu. Yazarın tüm durumları artıları ve eksilerini ele alarak yazışı ve herhangi bir seçeneği idealize etmeyişini takdir ettim.
Kitapta aklımı başımdan alan noktalardan biri de karakterlerden birinin kadınlara güçsüzlük fikrinin kabullendirilmesi üzerine söyleviydi. Sırf o kısım için bile kitabı tavsiye edebilirim.
Kitapla ilgili yorumları incelerken okurların Yürüyen Ölüler havası hissettiklerini yazdıklarını gördüm, özellikle de ilk sahneyle. İki kurgunun da hastanede gözlerini dehşet dolu bir dünyaya açan karakterlerle başlaması bunda etkili tabii, sokakta insanları yemek için dolanan varlıklar da haliyle. Ben ise bunu asıl Masen, küçük bir kız çocuğu olan Susan'la karşılaştığında hissetmiştim, Telltale'in oyununu hatırlayarak. Susan'a nasıl triffidlerle baş edeceğini öğretmesi, bir bakıma ona baba oluşu...
Triffidlerin Günü'nü okurken hatırlanabilecek bir diğer eserse Saramago'nun Körlük'ü. Ancak Wyndham'ın senaryosunda, Körlük'teki gibi bir yozlaşma yaşanmıyor. Aslına bakarsanız, kitapta bir noktada gören-görmeyen oranları farklı olsa işlerin nasıl değişebileceğinden bahsediliyor. Bir de bence yozlaşmama sebeplerine sokaklarda kol gezen tehlikeleri ve dönemin paranoya havasını da katmak gerekli.
Kitapta Percy Shelley'nin Ozymandias şiirinden bir alıntıya yer veriyor Wyndham. Sunuş kısmında "İnsanlığın kibrinin bir trajedisi," diyor Langford bu kitap için, şiirin bir yansıması ve kitabın da muhteşem bir özeti olarak.
Kitabın kapak tasarımını maalesef beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Yıllar önce kitabın çıkacağı ilk duyrulduğunda şu linkteki ikinci tasarım kullanılmıştı. İçim kaldı diyebilirim. Kitabın cildi kaliteli, iç kapağını çok beğendim. Kitabın çevirisi Niran Elçi'ye ait ve her zamanki gibi muhteşem. Ayrıca tertemiz bir okuma da sunuluyor bizlere.
Sanırım en sevdiğim yazarlar arasına bir yazar daha kattım. Wyndham'ın diğer eserlerini de okumayı muhakkak istiyorum.
Puan: 4,5
21 Kasım 2018 Çarşamba
Sıradakinden Alıntı
"Bize bir şey olmaz" duygusu, yaşadığımız zaman ve mekânın felaketlerin ötesinde olduğu hissi, ırkımızın en direngen, en rahatlatıcı sanrılarından biri olmalıydı.
8 Kasım 2018 Perşembe
Kısa Kesmek İcap Ederse: Tepe, İnsomnia Café
Karakarga Yayınları'ndan çıkmış iki çizgi romandan bahsedeceğim bu yazıda.
Tepe - Fırat Yaşa: Binlerce yıl önce Göbeklitepe'de geçen, insanla doğanın daha sıkı bir bağının bulunduğu (ki bunu hayvanlarla konuşma yeteneği olan insanların varlığına dayanarak söylüyorum) bir öykü bu. Bir yanda Gökbaba'ya inanıp onu tatmin etmek için ona kurban ardına kurban bağışlayan, ataerkil ve açıkçası biraz karikatürize bir kötülük gösteren topluluk var, bir yanda ölümden sonra ne olacağının bilinmez olduğunu düşünen, doğayla daha barışık ve anaerkil bir toplum.
Hayvanlarla konuşma yeteneği olan ana karakterimiz Rat, insan topluluklarından uzak durmakta ve oradan oraya dolanmaktadır. Bu esnada Gökbaba için kurban edilmekten kaçan yavru bir geyikle karşılaşır. Yavru ile annesinin yolları kaçarken ayrılmıştır, Rat da ona geri dönüp annesini bulma çabasında yardımcı olur.
Kitabın çizimleri oldukça güzel, renklendirme ise muazzam, Fırat Yaşa'yı tebrik ediyorum. Kitapta yer alan ve kurgunun özünü oluşturan Maya masalı da oldukça hoştu. Öte yandan olay örgüsü beni pek içine çekmedi maalesef, anaerkil ve ataerkil topluluk arasındaki çatışma da bence iyi işlenememişti, siyah-beyaz gibiydi karşıtlıkları. Mantıklı gelmiyor bu durum bana, üzgünüm. Puan: 3,5
İnsomnia Café - M. K. Perker: Peter Kolinsky özellikle eski basım ve kıymetli kitaplar üzerinde uzmanlaşmış bir kitap eksperidir, birtakım sorunlar sonucu işini bırakmış ve bir dağıtımcıda çalışmaya başlamıştır.
Kolinsky geceleri uyuyamayaz, e haliyle de acıkır, ancak sokaktaki evsizin köpekleri yüzünden eve yemek söylemeyez, ve tüm bunların sonucunda dolanırken İnsomnia Café'yi keşfeder. Bu kafede Angela ile tanışır ve Angela ona ilginç bir dünyanın kapılarını açar. Sonra mı? Sonrası keşmekeş...
Kitap önce sonu gösterip, sonra başa sarıyor. Ancak yine de o son insanı bir afallatıyor. Diyorum bu his nereden tanıdık geliyor... Minik bir spoiler uyarısı! Birçok okur da aynı afallamayı hissetmiş ve Alacakaranlık Kuşağı'na benzetmişler kitabı. Daha fazla katılamazdım.
Kitabın çizimleri fena değil, ancak bayıldığımı da söyleyemeyeceğim. Kurgu için de aynı şekilde düşünüyorum. Algının tersine çevrilmesi kısmını ise başarılı buldum. Ah, bir de not düşeyim, Kolinsky'nin aylaklık ettiği sahnelerden birinde onu oynadığı kumandanın pillerini burnuna sokmuş olarak görmemiz bana kahkaha attırdı... Son olarak da kütüphane kısmı aklıma Stephen King'in Ur öyküsünü getirdi biraz. Puan: 3
Tepe - Fırat Yaşa: Binlerce yıl önce Göbeklitepe'de geçen, insanla doğanın daha sıkı bir bağının bulunduğu (ki bunu hayvanlarla konuşma yeteneği olan insanların varlığına dayanarak söylüyorum) bir öykü bu. Bir yanda Gökbaba'ya inanıp onu tatmin etmek için ona kurban ardına kurban bağışlayan, ataerkil ve açıkçası biraz karikatürize bir kötülük gösteren topluluk var, bir yanda ölümden sonra ne olacağının bilinmez olduğunu düşünen, doğayla daha barışık ve anaerkil bir toplum.
Hayvanlarla konuşma yeteneği olan ana karakterimiz Rat, insan topluluklarından uzak durmakta ve oradan oraya dolanmaktadır. Bu esnada Gökbaba için kurban edilmekten kaçan yavru bir geyikle karşılaşır. Yavru ile annesinin yolları kaçarken ayrılmıştır, Rat da ona geri dönüp annesini bulma çabasında yardımcı olur.
Kitabın çizimleri oldukça güzel, renklendirme ise muazzam, Fırat Yaşa'yı tebrik ediyorum. Kitapta yer alan ve kurgunun özünü oluşturan Maya masalı da oldukça hoştu. Öte yandan olay örgüsü beni pek içine çekmedi maalesef, anaerkil ve ataerkil topluluk arasındaki çatışma da bence iyi işlenememişti, siyah-beyaz gibiydi karşıtlıkları. Mantıklı gelmiyor bu durum bana, üzgünüm. Puan: 3,5
İnsomnia Café - M. K. Perker: Peter Kolinsky özellikle eski basım ve kıymetli kitaplar üzerinde uzmanlaşmış bir kitap eksperidir, birtakım sorunlar sonucu işini bırakmış ve bir dağıtımcıda çalışmaya başlamıştır.
Kolinsky geceleri uyuyamayaz, e haliyle de acıkır, ancak sokaktaki evsizin köpekleri yüzünden eve yemek söylemeyez, ve tüm bunların sonucunda dolanırken İnsomnia Café'yi keşfeder. Bu kafede Angela ile tanışır ve Angela ona ilginç bir dünyanın kapılarını açar. Sonra mı? Sonrası keşmekeş...
Kitap önce sonu gösterip, sonra başa sarıyor. Ancak yine de o son insanı bir afallatıyor. Diyorum bu his nereden tanıdık geliyor... Minik bir spoiler uyarısı! Birçok okur da aynı afallamayı hissetmiş ve Alacakaranlık Kuşağı'na benzetmişler kitabı. Daha fazla katılamazdım.
Kitabın çizimleri fena değil, ancak bayıldığımı da söyleyemeyeceğim. Kurgu için de aynı şekilde düşünüyorum. Algının tersine çevrilmesi kısmını ise başarılı buldum. Ah, bir de not düşeyim, Kolinsky'nin aylaklık ettiği sahnelerden birinde onu oynadığı kumandanın pillerini burnuna sokmuş olarak görmemiz bana kahkaha attırdı... Son olarak da kütüphane kısmı aklıma Stephen King'in Ur öyküsünü getirdi biraz. Puan: 3
3 Kasım 2018 Cumartesi
Tazecik Kitap Yorumu: Buzul Çağı - Nicolas de Crécy
Dört bir yana uzanan buzların ortasında bir grup kaşifle başlıyor kitap. Ancak bu kaşiflerin tamamının insan olmayışı, yani birkaçının köpek ila domuz arası, bilinçli bir hayvan oluşu (hayvan diyerek hakaret mi etmiş oldum acaba?) kitabın fantastiğe kayacağının ilk ipuçlarını veriyor.
Kaşifler, binlerce yıl süren bir buzul çağının ardından, eski dünyaya dair kalıntıları inceleyerek geçmişteki yaşama dair bir fikir edinmeye çalışıyor. Bir noktada da Louvre Müzesi karşılarına çıkıveriyor.
Arkeologların unutulmuş bir kültüre karşı çıkarımları oldukça eğlenceli. Sıradakinden Alıntı'da paylaştığım üzere, binanın birinin yüzeyinde gördükleri grafitileri "dinsel gravürler" olarak değerlendiriyorlar misal. Müzedeki tabloların diziliş sıralarını değiştirip "kronolojik sıra"ya koyduklarını düşünerek bir hikâye uyduruyorlar veya. Bu noktada, bizim çağımızdaki insanların alfabeyi henüz keşfetmemiş, resimler aracılığıyla duygu ve düşüncelerini aktaran varlıklar olduğunu düşünmekten de geri kalmıyorlar... (gerçi daha bir dakika önce tablonun üstünde ressamın adını okuyup, sonrasında çevrede yazıya dair hiçbir kanıt görmediklerini söylemeleri çelişik). Onların bu varsayımları, bizim de binlerce yıl evvel yaşamış atalarımızın eserlerini doğru yorumlayıp yorumlamadığımızı düşündürüyor tabii.
Fantastiğe kayma demiştik... Köpek kaşifimizin, ki adı Hulk, müzede bulduğu eserlerle konuşabildiğini görüyoruz. Müze sakinleri epey sevimliymiş, bunu da demeden geçemeyeceğim (kaşif grubumuz için bu pek söylenemez açıkçası). Kitabın sonunda da fantastiklik seviyesi zirve yapıyor ve perde iniyor.
Kitabın çizimlerini ve özellikle de renklendirmesini beğendim. Eğlenceli bir kitaptı da. Kitapta yer alan eserlerle ilgili olarak kitabın sonuna konmuş olan ek de hoş bir dokunuş olmuş. Olumsuz noktalarına değinecek olursam da, işin fantastiğe kayışı tam kafamda oturmadı açıkçası. Bir de minik bir spoiler, karakterleri patır patır kaybetmek de tuhaftı.
Puan: 3,5
2 Kasım 2018 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)