4 Puan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Puan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2021 Cumartesi

Tazecik Kitap Yorumu: Gerçekler Kırıldı - Barış Müstecaplıoğlu

 

    Gerçekler Kırıldı, çıktığını duyduğumdan beri ilgimi çeken bir kitaptı. Barış Müstecaplıoğlu'ndan okuduğum ilk ve tek kitap olan Osmanlı Cadısı'nın tadı damağımda kalmıştı. Bu kitapta da Osmanlı Cadısı'nın dünyasında geçen bir öykü olduğunu bilmek okuma isteğimi körüklemişti.

    Kitap, Hayali Zamanlar, Hayali Diyarlar ve Hayali Yaşamlar olmak üzere üç bölümden oluşuyor. 

    Hayali Zamanlar'ın ilk öyküsü Empatan, Osmanlı Cadısı evreninde, İstanbul Şehir Cumhuriyeti'nde geçen bir hikaye. Cinayetleri çözmek için polisle çalışan empatan Münir'in, bir gün cinayet mahallinde katile dair hiçbir duygunun varlığını sezememesiyle olaylar başlıyor, cinayetler birbirini izliyor. Bu evrene dönmek güzeldi. Diğer şehir cumhuriyetlerini merak etmeden duramadım, özellikle de Konya Şehir Cumhuriyeti'ni (HAFİF SPOILER UYARISI! Zamanında bir nükleer enerji santrali kazası sonucu boşaltılmış bu cumhuriyet ve artık çöplerin toplandığı bir yere dönüşmüş. Dayanamayıp Wall-E benzeri bir robot hayal ettim orada, ne yapayım. SPOILER BİTİMİ).

    İkinci öykü Yabancı, uzaylıların dünyayı ele geçirmek için insanları katlettiği bir gelecekte, bulduğu yetim çocukları sahiplenen Recep'i konu ediniyor. Üçüncü öykü Avcı, Yabancı'dan yıllar sonrasına odaklanarak bir kabilenin avcısı Pelin'in, av sırasında kabile bilgesinin anlattığı öykülerden bildiği bir şeyle karşılaşmasını anlatıyor. Apokaliptik öyküleri sevdiğimden bu ikisini de sevmesem olmazdı. Ayrıca Recep'in durumunu birazcık Nisan Hakan'ın şu karikatürüne benzetmedim değil:

    Dördüncü öykü Gerçek Beni Öldürmek, kişilerin farklı seçimler yapsa hayatlarının nasıl şekilleneceğini gösteren oldukça gerçekçi bir simülasyon oyununa kendini kaptıran Ahmet'e odaklanıyor. Kar yağdıran Kutup Ayısı çok ilgimi çekti bu öyküdeki.

    Son öykü Gezegenin Oyunu ise, oyuncu ekiplerinin zenginler tarafından galaksinin çeşitli yerlerindeki gezegenlere gönderilip gizlenmiş bir eşyayı bulmak için yarışmalarını konu ediniyor. Bu öyküden biraz Stanislaw Lem'den Aden tadı aldım. Hayali Zamanlar'dan konusu en çok ilgimi çeken de bu öykü oldu.

    Hayali Diyarlar kısmındaki öykülerin hepsi yanılmıyorsam yazarın Perg evreninde geçiyor. Öykülerden ilki İksir Ustaları, idealist bir iksir ustasının her derda deva olacak bir ilaç geliştirmek için göze aldığı bir riski konu ediniyor. İkinci öykü Büyücü ve Çocuklar'da, Nerton'un küçükken kendisine sahip çıkan ve hala da öksüz ile yetimlerin bakımını üstlenen büyücüye ziyareti anlatılıyor. Üçüncü öykü Ölümden Beter'de, arkadaşı ve oğlunun yaşadığı yere vaktinde ulaşmaya çabalayan şaman Merikon'un yolculuğu (ve ötesi) işleniyor. Dördüncü öykü Hayal Makinesi'nde, mucitbaşının federasyon başkanına sunduğu son icadı konu ediniliyor. Bölümdeki son öykü Kayıp Rıhtım, Aslanağzı gemisi mürettebatının ağır zarar görerek çıktıkları bir çatışma sonrası yaralarını sarmak için lanetli kabul edilen bir rıhtıma çekilmelerini anlatıyor. Ölümden Beter'den kronolojik olarak biraz daha ileride gibi duruyor. 

    Hayali Yaşamlar'ın ilk öyküsü Rıfat Efendi ve Mucizeler Konağı, yüzyıllar yaşında olan ve her gece konağında ölülerin ruhlarını diğer tarafa uğurlayan Rıfat Efendi'yi konu ediniyor. Rıfat Efendi kendisine dışarı çıkmaya bir sebep bulabilmek için, her ruha hayatları boyunca işittikleri en büyük gizemi soruyor. Şansı uzunca bir süredir yaver gitmese de beklenmeyen bir konuğun gelip ondan yardım istemesi sonucu Rıfat Efendi büyük bir maceraya atılıyor. Bu öyküden bir roman çıkabileceğini düşünüyorum. Hem macera detaylıca işlenebilir, hem de konağındaki ilginç ve fantastik eşyaların öyküleri anlatılabilirdi.

    İkinci öykü Enkazdaki Dost'ta, deprem sonrası yıkıntı altında kalan Ahmet'in, duyduğu bir ses ile hayata tekrar tutunması, çabalamayı bırakma fikrinden vazgeçmesi anlatılıyor. Son öykü Albert Long Hall'ın Hayaletleri'nde ise, binada geceleyin ortaya çıkan, biri oradaki piyanoya bağlı iki hayaletin öyküsü aktarılıyor.

    Kitapta isimlere çok takıldım. Empatan öyküsünde Hüseyin ve Recep diye iki karakter var. Yabancı'da yine Recep var, ancak Empatan'daki kişi değil. Avcı'da yine Hüseyin var, ancak o da aynı kişi değil. Gerçek Beni Öldürmek'te de Enkazdaki Dost'ta da ana karakterin adı Ahmet. Empatan öyküsünde adı bir cümlede geçen Rıfat var, Rıfat Efendi ve Mucizeler Konağı'nda ana karakterin adı yine Rıfat. Hatta bir adım ileri gidecek olursam, Osmanlı Cadısı'nda ana karakterin adı Kemal'di, Empatan öyküsünde adı geçen karakterlerden biri yine Kemal, ancak aynı kişi değiller. Osmanlı Cadısı'nda karakterlerden biri Neşe'ydi, burada da Gezegenin Oyunu'nda bir cümlede Neşe adı geçiyor. Tüm bunlar bana yazarın çok kısıtlı bir isim dağarcığı olduğunu düşündürdü. Hadi Neşe neyse de, niye diğer karakterlerin adı aynı yahu. Daha da ileri gidecek olur ve kitaptaki tüm isimleri incelersem de sanki hepsinde bir benzerlik görüyorum: Ali-Halil, Rıza-Rıfat, Meltem-Meryem, Ahmet-Mehmet... Empatan'da Osmanlı Cadısı'ndan Okyanus'a da çok kısaca bir atıf görüyoruz, ama belki o da tanıdığımız Okyanus değil de adaşıdır, kim bilir.

    Genel olarak öyküleri beğendim, ancak Hayali Zamanlar kısmındakilerin bana daha çok hitap ettiğini not düşeyim. Kitabın kapak tasarımını da çok beğendiğimi söylemeden geçmeyeyim, Geray Gençer'in ellerine sağlık (zaten kendisinin tasarımlarına bayılırım). Zaman ve mekan kavramına güzel odaklanan bir tasarım olduğunu düşünüyorum, font seçimi de harika ve oldukça uygun. İçeriğe geri dönecek olursam, Müstecaplıoğlu öykü kitapları yazmaya devam ederse ben de elimden geldiğince takip etmeye çalışacağım.   

Puan: 4



18 Ocak 2020 Cumartesi

Kısa Kesmek İcap Ederse: The Book of Onions, Emotions Explained with Buff Dudes, War and Peas, Pilu of the Woods

   Netgalley'den aldığım kitaplara asırlardır yorum yazmamışım (2018'de aldığım bile varmış, yuh). Siteyi açmışken bir kitap daha aldım utanmadan. Şimdi hepsini birlikte yazayım, bir daha da almasam iyi olacak.


The Book of Onions - Jake Thompson: Kara mizah içeren karikatür derlemesi. Genelde biraz depresif ve alaycı. Kimi zaman absürt kimi zaman da gerçekçi.
   Bazı karikatürlerde kahkaha attım, onlardan birkaçını yorum sonunda paylaşacağım sizlerle. Okumaktan keyif aldığım bir derleme oldu.
   Çizerin internet sayfasına buradan, Instagram hesabına buradan ulaşabilirsiniz. Puan: 4






Emotions Explained with Buff Dudes - Andrew Tsyaston: Kitap, bir Owlturd karikatür derlemesi. Anlatıcımız Shen, hayatın içinden kimi olaylara eğlenceli bir dille değiniyor. Kaslı üzüntü, öfke ve hayat, Shen'i yerden yere çarpıp duruyor...
   Bir ara çılgınlar gibi Owlturd'ü takip ederdim, hey gidi. Yıllar sonra dönüp bu derlemeyi okumak beni geri götürdü.
   Çizerin Instagram hesabına buradan ulaşabilirsiniz. Yine sona sevdiklerimden iliştireyim. Puan: 4,5





War and Peas - Jonathan Kunz & Elizabeth Pich: War and Peas'ın karikatürlerine önceden internette denk geliyordum, fena değildi. Şimdi Netgalley'e girince görüp alayım dediğim kitap da buydu.
   Bir karikatür derlemesi yine, ancak kimi karakterler tekrar tekrar boy gösteriyor bu sefer, misal Azrail (ki kendisini fena halde Pratchett'ın ÖLÜM karakterine benzettim), cadı, robot...
   Çizerlerin sayfasına buradan, Instagram hesaplarına da buradan ulaşabilirsiniz.
   Okurken pek etkilendiğimi söyleyemem maalesef. Aşağıya en sevdiğimi iliştiriyorum, kalbinizin kırılmasına hazır olun. (Spoiler / Sürprizbozan: Laika...) Puan: 3




Pilu of the Woods - Mai K. Nguyen: Willow okulda kötü geçen bir günün ardından ablasıyla kavga eder ve çok sevdiği ormana koşar. Ormanda Pilu adında bir ağaç perisiyle karşılaşır. O da evden kaçmış ancak yolunu kaybetmiştir. Willow onu evine geri götürebileceğini söyler. Yolda onların hikâyelerini öğrenir ve birbirlerinin öyküleri üzerinden kendi yaşadıklarıyla yüzleşmelerine tanık oluruz.
   Çizimleri oldukça sevimli, renklendirmesi de epey güzel bir çizgi roman bu. Kitabın kurgusu hoş, ancak küçük canavarlar fikri güzel olmasına rağmen neden asıl olaydan önce de bu denli etkili olduklarına değinilse iyi olurdu. Yüzleşme kısmı da sanki daha iyi işlenebilirdi. Yine de kitabı sevdim, çizerin yeni eserlerini merakla bekliyorum. Puan: 4,5


22 Ocak 2019 Salı

Tazecik Kitap Yorumu: Soğuk Deri - Albert Sanchez Pinol


   Orada, bir ada var uzakta... Gitmesek de, görmesek de, o ada bizim adamızdır...

   Sahi, o ada nasıl bizimdir? Bir toprağın sahibi olduğumuza nasıl bir bakışta karar veririz hemen?

   Meteoroloji uzmanı ana karakterimiz kendisinden önceki uzmanın görevini devralmak üzere dünyanın diğer ucundaki, haritada bile görünmeyen minnacık bir adaya gider. Adada kendisinden başka tek bir insan daha yaşamaktadır, fener görevlisi.

   Bir nevi sürgün sayılabilecek bu bir yıllık görev, hem fener görevlisinin tuhaflığı hem de hava kararınca ortaya çıkan akıl almaz tehlike sebebiyle bir hayatta kalma savaşına dönüşür.

   Değinmek istediğim birkaç nokta var. Esasında özellikle kitabın ortalarında da bu durum fazlasıyla açık bir şekilde göz önüne konmasına rağmen spoiler olarak değerlendirilebilir.

   Spoiler ihtimali. Ana karakterimiz "istilacı" İngilizlere karşı topraklarını korumak üzere savaşmıştır ülkesi İrlanda'da. Peki bir toprağın mülkiyeti nereden gelir? Karakterimiz adaya ayak bastığında artık onun bir istilacı olduğunu fark ederiz.

   Spoiler ihtimali. Kitaptaki bir sahnede, akıl hocası baş karakterimizin kafasına bir İngiliz şapkası takar, ona aynada ne gördüğünü sorar. Karakterimiz defalarca şapkanın varlığı ve anlamları üzerine cevap verir, en sonundaysa kendisini gördüğünü söyler. Önemli olan farklılıklara bakıp ötekileştirmek değil, bunların ardındakini görebilmektir.

   Spoiler ihtimali. Bu ötekileştirme, aklıma Black Mirror'ın Men Against Fire bölümünü aklıma getirdi. Karşımızdaki düşmanla aramıza bir mesafe koymadıkça, onu canavarlaştırmadıkça, nasıl savaşmaya devam edebiliriz ki? Aynı özden olduğumuzu düşünürsek nasıl düşman kalabiliriz?

   Kitabın gerilim dozu oldukça yerindeydi, sonunu da sevdim. Okuma süreci boyunca bazı yerlerde koptuğumu hissettim ancak genel anlamda sürükleyici buldum.

   Soğuk Deri, Jaguar'ın Prospero Kitaplığı'ndan çıkan ilk eser. Serinin tanıtım yazısı şu şekilde:

   "Shakespeare’in Fırtına’sında Prospero, kızıyla birlikte on iki yıl yaşamak zorunda kaldığı adadan ayrılırken sihirli asasını ve kitaplarını gömer. Prospero’nun kayıp kitaplarından mahrum kalan insanlığın kendi rüyalarını (ütopya), kâbuslarını (distopya), hayallerini (fantastik) ve geleceğini (bilimkurgu) yazmaktan başka çaresi kalmamıştır artık."

   Tanıtımı okuduğum an vurulmuştum açıkçası, daha güzel bir tanıtım yazılabilir miydi bilmiyorum. Serinin kapaklarını ise ilk başta oldukça renksiz ve sade bulmuştum. Ama şimdi misal bu kitabın kapağına bakınca deniz fenerini görüyorum ve başarılı buluyorum tasarımı.

   Kitabın ilk sayfasının üst kısmında seriye adını veren Fırtına'dan bir alıntı mevcut, sayfanın ortasında ise etrafında bir çember olan bir daire bulunuyor (alıntıya ithafen olsa gerek), en altta da yukarıda paylaşmış olduğum tanıtım yazısı mevcut. Çok hoşuma gitti açıkçası bu sayfa. Eleştiri olarak alıntının İngilizce oluşunu söyleyebilirim, dili bilmeyen okurlar için üzücü olacaktır bence, Türkçe çevirisinin yazılması daha doğru bir karar olurdu diye düşünüyorum. Alıntıya da yer vereyim (bu alıntı için çeviri olarak Emine Ayhan'ınkini beğendiğimden onu iliştirmeye karar verdim) :

"We are such stuff
As dreams are made on; and our little life
Is rounded with a sleep."


"Bizler aynı hamurdan yoğrulmuşuz düşlerle
Ve naçiz hayatımız döner döner,
Bir uykuyla son bulur gene."


   Yıldız Ersoy Canpolat'ın çevirisi oldukça güzel, ellerine sağlık. Tek aklıma takılan, birkaç yerde gözbebeği - iris karmaşası yaşanması, ancak yazar kaynaklı da olabilir bu durum, bilmiyorum. Kitapta beş-altı tane yazım hatasına rastladım, umuyorum ki bir sonraki baskıda düzeltilir. Daha önceden herhangi bir Jaguar kitabında hataya rastlamadığım için şımarmış olabilirim :P

Puan: 4

27 Aralık 2018 Perşembe

Tazecik Kitap Yorumu: Köpek Kalbi - Mihail Bulgakov


   Köpek Kalbi kısacık, içi dolu turşucuk bir kitap. Minik hacmine rağmen hem hicvi hem bilim kurguyu bir potada şahane bir şekilde eritmiş.

   Esasında kitabın konusunu yazmak istemiyorum tadını kaçırmamak için, ancak arka kapakta içerikten epeyce bahsedilmiş. Eğer arka kapağı okumayı tercih ettiyseniz yorumu okumaya devam edebilirsiniz. Okumayacaksanız spoiler sayıp bu yorumu da okumamanız yerinde olur.

   Profesör Filipoviç oldukça başarılı bir bilim adamıdır ve hayvanlardan aldığı çeşitli organları insanlara nakledip onları bir nevi gençleştirerek üne kavuşmuştur. En önemli deneyini gerçekleştirmek üzere de bir sokak köpeğini alır evine. Köpek Şarik'in hipofiz ve erbezlerini bir insanınkilerle değiştirir, ancak sonuç beklediği gibi olmaz... (profesör, köpeğiniz olayım şöyle çılgın deneyler yapmayın -iğrençlikte bugün.)

   Kitabı okuduğumda aklıma ilk gelen, Futurama'nın Anthology of Interest II bölümünde robot Bender'ın Profesör Farnsworth sayesinde bir insana dönüştürülüşü oldu. Filipoviç'in bakış açısıyla "haddini bilmeme", geleneksel bir bakış açısıyla ise "nefsine yenik düşme" veya "iradesine sahip çıkamama" durumları yaşar Bender. Genel anlamda, biyolojik olarak bir insan gibi görünmek yeterli değildir, toplum tarafından konulmuş sözlü/sözsüz yasalara da uymak gerekir, ahlaki değerler artık onun için bir manâ taşımalıdır. Hatta, beklentilere uyduğu sürece bir insan, insan muamelesi görür de diyebiliriz (ki bunu özellikle Şarik'in durumunda şiddetle görürüz).

   Kitaptaki hipofiz değişimi olayının nasıl kullanılabileceğine kafa yordum. Haliyle aklıma savunma geldi... Bunun üzerine de Fringe'i ve Walter Bishop'ı anımsamadan edemedim (gerçi savunma sanayi teknolojilerine kalmadan, çılgın deneyler yapan bilim adamı denince akla Walter'ın gelmemesi biraz zor).

   Bir arkadaşım Kayıp Rıhtım Öykü Seçkisi'nin 100'ler Kulübü Kahramanları teması için Köpek Kalbi'ni esas alan bir öykü yazmıştı. Kitaptan evvel okumuştum öyküyü, haliyle unutmuşum... Şimdi tekrardan okuyunca daha bir beğendim. Sizin de okumanızı şiddetle tavsiye ederim, buradan ulaşabilirsiniz.

   Mustafa Yılmaz'ın çevirisi takdire şayan, ayrıca aydınlatıcı dipnotlar için de teşekkür etmek istiyorum.

   Yorumu burada bitirirken, bir yandan da kenarda duran bir diğer Bulgakov eseri Ölümcül Yumurtalar'a göz kırpıyorum...

Puan: 4

22 Kasım 2018 Perşembe

Tazecik Kitap Yorumu: Triffidlerin Günü - John Wyndham


   "Çarşamba olduğunu düşündüğünüz bir gün pazar gibi başlamışsa ciddi bir sorunla karşı karşıyasınız demektir."

    Bir iş gününde duyacağınız bütün o gürültüden uzak bir sabaha uyandığınızı hayal edin, ne motor kükremesi, ne korna, ne de bir yerlere yetişmek için oradan oraya koşuşan insanların adım sesleri. Sessizlik; ara sıra tereddütlü ayak sürüme sesleri ve çığlıklarla kesilen.

   Bill Masen, triffidler üzerine çalışan bir bilim adamıdır. Bir çeşit bitkidir bu triffid, hareket kabiliyeti olan, etçil bir bitki. İnsanları bile öldürebilecek kuvvette bir zehir üretir. Peki neden yine de insanoğlu bu triffid denen bitkiyi yaşatır? Ondan elde edeceği yağın ekonomik getirisi için elbette.

   Masen bir gün bu zehrin gözüne sıçraması üzerine hastaneye kaldırılır, başı da sargıya alınmıştır. Sargılarının açılmasından önceki gece radyolardan duyuru yapılır, gökyüzünde muazzam bir şölen vardır, daha önce böylesi parlak renkli ve ışık saçan bir meteor yağmuru görülmemiştir. Aslına bakarsanız, belki bir daha görülmeyecektir de... Çünkü ertesi gün, bu olaya tanık olan herkes kör olmuştur.

   Sargılarını korkarak açar Masen, ancak bu gözlerini yeniden açtığı dünya, kaçınılmaz bir yıkımın eşiğindeki bir dünyadır: Nüfusun %99'unu etkileyen bir körlük, dünya üzerindeki en zeki ve manipülatif varlık olan insanın bir bakıma elenmiş olması sebebiyle besin zincirinde bir üst basamağa geçen triffidler ve bir de etrafı kasıp kavuran bir salgın hastalık...

   Ana karakterimizle beraber şehri dolanırken, intihara kalkışan birçok insana da rastlarız; bu da kurgunun geçtiği dönemde, ülkelerin uzaydaki uydularına verecekleri tek bir komutla birbirlerini haritadan silebilecekleri tehditlerinin gırla döndüğü paranoya döneminin etkisi olsa gerektir. Öte yandan, yazarın kendi içinde yaşadığı dönem de esasında pek farklı değildir.

   Kitapta bu muazzam afete çeşitli yaklaşımları görme fırsatımız olur; görenlerin kaçıp medeniyeti sıfırdan inşa etme ideali veya görenlerin görmeyenlere liderlik ederek sistemi kurtarmaya çalışması gibi... Açıkçası, Triffidlerin Günü okuduğum en korkutucu ve ahlaki açıdan en çok ikilemde bırakan kıyamet senaryosuydu. Yazarın tüm durumları artıları ve eksilerini ele alarak yazışı ve herhangi bir seçeneği idealize etmeyişini takdir ettim.

   Kitapta aklımı başımdan alan noktalardan biri de karakterlerden birinin kadınlara güçsüzlük fikrinin kabullendirilmesi üzerine söyleviydi. Sırf o kısım için bile kitabı tavsiye edebilirim.

   Kitapla ilgili yorumları incelerken okurların Yürüyen Ölüler havası hissettiklerini yazdıklarını gördüm, özellikle de ilk sahneyle. İki kurgunun da hastanede gözlerini dehşet dolu bir dünyaya açan karakterlerle başlaması bunda etkili tabii, sokakta insanları yemek için dolanan varlıklar da haliyle. Ben ise bunu asıl Masen, küçük bir kız çocuğu olan Susan'la karşılaştığında hissetmiştim, Telltale'in oyununu hatırlayarak. Susan'a nasıl triffidlerle baş edeceğini öğretmesi, bir bakıma ona baba oluşu...

   Triffidlerin Günü'nü okurken hatırlanabilecek bir diğer eserse Saramago'nun Körlük'ü. Ancak Wyndham'ın senaryosunda, Körlük'teki gibi bir yozlaşma yaşanmıyor. Aslına bakarsanız, kitapta bir noktada gören-görmeyen oranları farklı olsa işlerin nasıl değişebileceğinden bahsediliyor. Bir de bence yozlaşmama sebeplerine sokaklarda kol gezen tehlikeleri ve dönemin paranoya havasını da katmak gerekli.

   Kitapta Percy Shelley'nin Ozymandias şiirinden bir alıntıya yer veriyor Wyndham. Sunuş kısmında "İnsanlığın kibrinin bir trajedisi," diyor Langford bu kitap için, şiirin bir yansıması ve kitabın da muhteşem bir özeti olarak.

   Kitabın kapak tasarımını maalesef beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Yıllar önce kitabın çıkacağı ilk duyrulduğunda şu linkteki ikinci tasarım kullanılmıştı. İçim kaldı diyebilirim. Kitabın cildi kaliteli, iç kapağını çok beğendim. Kitabın çevirisi Niran Elçi'ye ait ve her zamanki gibi muhteşem. Ayrıca tertemiz bir okuma da sunuluyor bizlere.

   Sanırım en sevdiğim yazarlar arasına bir yazar daha kattım. Wyndham'ın diğer eserlerini de okumayı muhakkak istiyorum.

Puan: 4,5

15 Ekim 2018 Pazartesi

Tazecik Kitap Yorumu: Limbo - Dan Watters & Caspar Wijngaard


   Limbo'yu, The Walking Dead'deki reklamlar sayesinde öğrendim. İlk sayısının çıkacağı duyruluyordu (TWD'nin eski bir sayısında olsam gerek, çünkü 2015'te yayınlanmaya başlamış Limbo).

   Çizgi romanın güzelim kapağına vuruldum ve konusuna bile bakmadan okunacaklara ekledim... Pişman değilim.

   Ana karakterimiz Clay, ne kim olduğunu ne de Dedande Şehri'nde kendini nasıl bulduğunu hatırlıyor. Kimliğini yeniden keşfedeceğini ve anılarını geri kazanacağını umarak şehirdeki büyüklü küçüklü tüm gizemleri çözmeye kendini adamış.

   Günlerden bir gün, şehrin mafyası Thumb'ın barında şarkı söyleyen bir kadın, görmemesi gereken bir şeye şahit olduğunu söyleyerek Clay'den yardım ister. Thumb ve adamlarını hipnotize olmuş bir biçimde, televizyonun önünde dans eden bir şamanı izlerken görmüştür. Dansın sonunda televizyon, şamanın yanındaki keçiyi yutar. Şaşkınlığına yenik düşen şarkıcı, kazara onlara yerini belli eder ve sonrasında Thumb'ın gözü üzerinden ayrılmaz.

   Clay bu tele-şaman mevzusunu öğrenmek ve Thumb'ın pis işlerini açığa çıkarmak üzere işe koyulur, ancak her şey git gide tuhaflaşır...

   Limbo, her sahnesinden ayrı bir ilginçlik fışkıran bir çizgi roman. İnsan yiyen canavar balıkçılar, şehirde fink atan ölüler ve iskeletler, yılan kusturan müzikler... Karakterler de oldukça dikkate değer. Clay'in arkadaşı Sandy, ölülerin ruhları için karışık kaset hazırlayıp onlarla iletişime geçen bir şifacı mesela. Tele-şaman ise kablolu ağın sunduğu imkanları görüp bundan en iyi şekilde yararlanan bir geleneğin temsilcisi -aynı zamanda, son zamanlarda gördüğüm en ilgi çekici karakter-.

   Kitaptaki televizyon-içi sahneler aklımı başımdan aldı. Bunlardan birini Sıradakinden Alıntı'da paylaşmıştım. Bu sahnede tele-şamanın tipiyle ilgili olarak bir not düşmek istiyorum. Bunun, Max Headroom programına gönderme olduğunu biraz araştırdıktan sonra öğrendim. Ekranlar vasıtasıyla herkesi gözetleyebilen ve onlara ulaşabilen tele-şamanla, televizyonların insanları geri izlediği -Zeki Müren de bizi görecek mi :P- bir distopik dünyayı anlatan bu program esasında büyük bir paralellik gösteriyor. Ancak şunu belirtmeliyim ki tüm bu çıkarımları okuduğum şu yazıya dayanarak yapıyorum. Program konu itibariyle epey ilgimi çekse de izlemeye katlanamadım.

   Kitapta bayıldığım bir diğer şey ise sayı sonlarında yer verilen resimler. Kimi sanatsal bir poster, kimi bilindik bir oyuncağın kitabın kurgusuna uyarlanmış parodisi. Ayrıca her sayının sonunda, sonraki sayıdan bir cümlelik alıntı yer almakta.


   Limbo'nun dikkatimi ilk olarak kapağıyla çektiğini yazmıştım, o halde sayıların kapaklarını koymamak olmaz. İçi de aşağı kalır değil, hem ayrıntılarla bezeli çizimler hem ışık saçan renklendirmeler tek kelimeyle muazzam. 

   Kitabın sonuyla ilgili de değinmek istediğim bir iki nokta var, hemen uyarımızı da koyalım, kitabı okumadıysanız sonraki paragrafa geçiniz. AĞIR SPOILER! Her şeyin başa saracağının karakterler arası konuşmalardan öte hem televizyonda geri sar ibaresinin çıkışı, hem son sayının son cümlesinin "çubukta kertenkele" oluşu, hem de ilk sayıda "sanki tekrar tekrar aynı şeyleri yapıyorum, döngüye takılmış bir kaset gibi" denişi ayrıntılara verilen önem açısından bir kez daha başımı döndürdü. Thumb'ın (Başparmak) kötülüğü kontrolü altında tutup tüm şehre yayılmasını engelleyerek şehri ayakta tutuşu, aynı zamanda Clay'in başparmağının da onu hayata bağlayan tek şey oluşu ve Thumb'ı ortadan kaldırmasının hem kendisinin hem de bir bakıma şehrin sonunu getirişi oldukça iyi bir bağlantıydı -zarar verirsen zarar görürsün-. SPOILER SONU.

   Hep övdüm, biraz da olumsuz yanlarından bahsedeyim. Limbo, kült bile olabilecek bir eserken karakterlere yeterince yoğunlaşmayışı ve Dedande Şehri'nin de ayrıntısına fazla girmeyişi sebebiyle potansiyelini tam değerlendiremiyor. Şehirde "neden" ve "nasıl" diye sorabileceğiniz birçok şey gerçekleşiyor, bunların cevabını alamamak beni üzüyor açıkçası. Minik bir spoiler. Misal bilinçaltıyla ilişkilendirilse fena mı olurdu?

   Eğer yaşam ve ölüm, sanal ve gerçek arasında arafta kalmış, muhteşem görsellikte bir eser okumak isterseniz, tavsiye edeceğim bir kitap olur Limbo. Dilerim ki Türkçeye de çevrilir.

Puan: 4,5

21 Eylül 2018 Cuma

Tazecik Kitap Yorumu: Hayaletin İntikamı - Joseph Delaney


   Serinin ilk kitabı Hayaletin Çırağı'nın yorumu burada.

   Serinin ikinci kitabı Hayaletin Laneti'nin yorumu burada.

   Serinin üçüncü kitabı Hayaletin Sırrı'nın yorumu burada.

   Serinin dördüncü kitabı Hayaletin Savaşı'nın yorumu burada.

   Serinin beşinci kitabı Hayaletin Hatası'nın yorumu burada.

   Serinin altıncı kitabı Hayaletin Kurbanı'nın yorumu burada.

   Serinin yedinci kitabı Hayaletin Kabusu'nun yorumu burada.

   Serinin sekizinci kitabı Hayaletin Kaderi'nin yorumu burada.

   Serinin dokuzuncu kitabı Benim Adım Grimalkin'in yorumu burada.

   Serinin onuncu kitabı Hayaletin Kanı'nın yorumu burada.

   Serinin on birinci kitabı Benim Adım Slither'in yorumu burada.

   Serinin on ikinci kitabı Benim Adım Alice'in yorumu burada.

   Çocuktum, ufacıktım; Hayaletin Çırağı'nı okudum, acıktım. Çocukken gerçekten ufacık oluşum bir yana, iştahım hiç yerinde değildi, onu geçelim. Bu seriye on yaşında bir veletken başlamıştım, şimdi oldum yirmi yaşında bir velet. İlk okuduğumda nasıl da büyülenmiştim kitaptan, kiler sahnesi hele, nasıl da almıştı aklımı başımdan.

   O zamanlar serinin henüz sadece iki kitabı vardı. İlkini kütüphaneden okumuştum, ikincisi orada yoktu. Zor zamanlardı :P

   Yaşım on iki-on üç iken sınıfta bir arkadaşımın daha seriyi okuduğunu öğrendim. Üçüncü kitap da çıkmıştı, bana ödünç verebileceğini söylemişti. Sevinçten havalara uçmuştum. Ardı ardına okudum üç kitabı, yine muazzamdı.

   Aradan yıllar geçti, lise ikide seriyi baştan okumaya karar verdim, o zaman da onuncu kitap çıkmıştı. Eh, "kaç yaşına geldin bunu mu okuyorsun hehehe" sataşmaları altında bugüne kadar geldim. Son kitaba kadar. Ve çocukluğumun serisi bu noktada bitiyor.

   On yıl gibi uzun bir süreyi karakterleri bilerek, olayları onlarla yaşayarak geçirmek insanı serinin sonuna dair epey bir beklentiye de sokuyor. Peki bu beklentiler karşılanıyor mu?

   İçimdeki her şeyi dökebilmek adına en ağır spoilerla dalacağım, büyük ihtimalle de spoilersız pek bir şey yazamayacağım. O yüzden eğer bu kitabı okumadıysanız sadece genel değerlendirme barındıracak olan son paragrafa geçmenizi tavsiye ederim, bunun haricindeki diğer tüm paragraflar okuma zevkinizi ciddi bir biçimde baltalayacak bilgiler içerecek.

   Önceki kitabın sonunda Alice'in Karanlık'a boşuna gittiğini öğrenmiştik. Grimalkin Doomdryte'ı bulmuştu ve Alice'in gücünün bu kitaptaki büyüyü hatasız gerçekleştirebilmeye yeteceğini düşünüyordu. Bu büyünün vereceği kudretle değil Şeytan, kimse karşılarında duramazdı. Ancak bilin bakalım ne oldu...

   Alice karanlığa geçti.

   Karanlığa geçmesi yetmedi, bilmem kaç yüz yıl yaşındaki hiç yoktan çıkıveren kara büyücünün birine aşık oldu, büyücü de ona (bu arada Alice 16 yaşında. alo 183? bir istismar vakası bildirmek istiyorum)... Tom n'olacak ha, TOM N'OLACAK. Söyleyeyim ne olacağını, sap gibi kalacak zavallım. Bu noktada sinirlerim o kadar bozuldu ki esasında bir günde bitebilecek bir kitapken birkaç gün ara vererek bu muazzam hayal kırıklığı ve ihanete uğramışlık duygularımın geçmesini bekledim. Geçmedi, ancak en azından kitabı okuyabileceğim bir seviyeye düştü.

   Şimdi, bu denli tepki vermenin ne anlamı var diyebilirsiniz. Ancak yazının başında bahsettiğim üzere, çocukluğumdan beri bu seriyi okuyorum. İlk kitaptan beri Tom ve Alice arasında hep bir şey oldu olacak havası var, kaldı ki birbirlerine ne denli değer verdikleri de hissettiriliyor sürekli. On yıldır son kitapta mutlu mesut bir arada olacaklarını sanarak seriye devam ettim. Hayalet'in öleceğini tahmin etmiştim, ama yüreğime taş basmıştım, en azından Tom ile Alice huzurlu, güzel bir dünyada yaşar demiştim. Yanılmışım, vah ki ne yanılmışım.

   Tek yanılışım bu değil. O da Hayalet hakkında.

   Diyordum ki, büyük bir savaş olur, Hayalet orada kahramanca can verir. Hatta Lacrimosa'yı açarım o sahnede, unutulmaz yaparım bunu. Hayaletin Kaderi'nin sonundaki Hayalet'in konuşmasını hatırlayın. Ne kadar çarpıcıydı. Bundan bile müthiş bir son sahnesi olabilirdi. Ancak ne oldu biliyor musunuz?

   Tom, birkaç paragrafta Hayalet'i savaşın başında görüşünden bahsetti, ve sonra dedi ki, bu benim onu son görüşümdü. Az sonrasındaysa, Hayalet'in cesedinin üzerine basıp geçti...

   O son görüşünde, Hayalet yine kendisiydi, muazzam bir cesaret ve irade timsali, ancak birkaç paragrafta bitirilecek adam mıydı o, ha? Kalbim parçalandı be.

   Belki de Delaney "Savaş böyle bir şeydir evlat, bir an canlısındır, bir an ölü; bazen öylesi muazzam son anlar yoktur." demek istedi. Ama ayıptır yaptığın Delaney amca. Koskoca adamı harcamışsın gibi hissediyorum. Son görüş sahnesi daha ayrıntılı olamaz mıydı? Tom'un duygu patlaması yaşamasını beklerdim, nitekim adam sadece onun ustası değil, bir bakıma babasıydı da. Savaş donukluğu diyelim cesedini gördüğündeki haline. Peki ya savaş sonrası? O da yeterince duygulu bir sahne değildi. Kaldı ki, Hayalet'in mezarının altına bir daha savaşmayacağını umarak kılıcını koyuşu ve Grimalkin'in o kılıcın oradan çıkacağını bilerek bakışı çok can sıkıcıydı. Yani adamın öldüğü yetmedi, arkasından yeterince üzülünmediği yetmedi, bir de ileride mezarını açacaklar demek oluyor bu...

   Şeytan'ın yok edilişine gelelim. Önceki kitaplarda Şeytan'ın başını gövdesinden ayırma olayı bile ne kadar büyüktü, ne kadar çok çaba ve planlama gerektirmişti. Bu kitapta beş dakikada öldürüverdi Tom Şeytan'ı. Durum böyle olunca, kitabın başındaki kehanetin Şeytan'ı kast etmediğini düşündüm, belki de en başından beri kehanette belirtilen "dünyayı tehdit eden şeytan" ifadesindeki şeytan özel isim değildi, ancak Benim Adım Slither'de öğrendiğimiz, Kobalosların doğacak olan emici tanrısıydı. Kaldı ki Alice, Şeytan'ın yok edilmesini engellemeye çalışıyor ve Tom'un karşı safında yer alıyordu. Gerekçesi de Şeytan'ın onlara zararı dokunduğu, ama Kobalosların tanrısına karşı yine de onları koruyacağıydı (başka bir deyişle, kendi insanlarıma sadece ben zulmederim, sen kimsin). Şeytan'ın yokluğunda bu yeni tanrı, tüm dünyayı mahvedecek bir güce sahip olacaktı. (Bu noktada Allah akıl fikir versin Alice, demek istiyorum. Şeytan dirildiği an sizi parçalamayacak mı? Bu yetmeyecek, ebedi ruhlarınıza işkence etmeyecek mi? Sen karanlığa geçtiğinden affedilebilirsin, ama Tom? Sonsuz kış ve karanlıkta ölecek olan onca masum insan?)

   Şeytan'ın yok edilmesi ve ufukta tüm dünyayı tehdit edecek bir tanrının bulunuşu ne demekti? Bu kitap serinin son kitabı olsa da Delaney'nin burada noktayı koymayacağı anlamına geliyordu. Koymamış da zaten, Starblade Chronicles adında devam serisi yazmış, yani Yıldız Bıçağı. Bildiniz, Hayalet'in mezarı altındaki bıçak.

   Hikayenin burada sonlanmadığını gösteren diğer şeylere bakalım:

- Tom ile Alice'in pekala beraber olabilecek olması. Tom'un annesi ilk lamia cadısı değil miydi? Yüzlerce masum insan öldürmüş, yine de sevginin gücü sayesinde iyi tarafa geçmişti. Alice bunu yapamaz mıydı? Yapardı. Ancak, eğer Kobalos tanrısı doğacaksa seride güçleri eşitleyecek bir karaktere ihtiyaç vardı ve ta-daa, karşınızda kötü büyücü Lucrasta. Eğer Alice Karanlık'a geçmeseydi bu muazzam güce sahip büyücü hayatta Tom'la işbirliği yapmazdı. Tahminim devam serisinde Lucrasta'nın ölüp yazarın Alice'i Tom'a yamaması. Ama açıkçası o kadar kalp kırıcı laflarından ve davranışlarından sonra Alice'i daha az önemseyemezdim. Bu arada, Hayalet ilk kitaptan beri "sivri burunlu ayakkabılı kızlardan uzak dur" deyip duruyordu Tom'a. Neden haklı çıktın ki dedecim...

- Hayaletin Laneti'nde Tibb'in kehaneti. Alice'in Tom'u seveceği, ona ihanet edeceği ve sonunda onun için öleceği üzerine. Eh, Hayalet hakkında yapılan kehanet gerçekleşmedi, ancak üçte ikisi gerçekleşmiş bu kehanetin kalan kısmının gerçekleşeceğini düşünüyorum. Ancak Alice ölse de bir biçimde dirilir, ne bileyim, önceki kitaptan kullanılmamış Pan kartını kullanır misal.

- Kehanetin bu on üçüncü kitapla birlikte aslında tam anlamıyla gerçekleşmiş olmaması.

- Tom'un gelecek görüsünde yeni bir çırağa sahip olacağını öğrenmesi. Bu arada çırağımız kız. Herhalde Eyalet'te şimdiye kadar kızlara ev hanımlığı yaptırmaktan kimse yedinci kızın yedinci kızını bir Hayalet'e çırak olarak vermeye yeltenmemiştir. Yeltenen olmuşsa da kabul eden Hayalet çıkmış mıdır, meçhul...

- Kitabın başlarında Hayalet'in Tom'a çözülememiş bir vakadan bahsedişi. Zaten ilk olarak aklımda alarm çaldıran olay bu oldu, seri bitiyor, neden yeni bir kurguya giriş yapılsın diye.

- Tom'daki kahraman kılıçların kabzalarının emici şeklinde oluşu, ki doğacak olan tanrı da bir emici suretinde olacak. Bu kılıçlar bir sonraki savaşta kritik önem taşımayacak olsa veya geleceğe yönelik ipucu vermese, neden Tom ısrarla her seferinde kabzanın şekline dikkat çeksin.

   İki şeyden daha bahsedip bitireceğim.

   İlki, Grimalkin'in dizinde gümüş bir pinle yaşayacak oluşu, ki gümüş cadıların canından can alan bir şey, bana Tom'un içinde hep Alice'i kaybının acısıyla yaşayacak olmasına nazaranmış gibi geldi.

   İkincisi de, Tom ile Hayalet Wardstone'a gidip kehaneti okuduklarında ve Hayalet taşın özelliklerini anlattığında, bunlardan çıkarımla belki de savaş yapılırken geçmişe gideceklerini ve savaş bitiminde de yine bir zaman atlaması yaşayıp günümüze döneceklerini düşündüm. Kehanetin, aslında bir döngünün dile getirilişi gibi olduğunu düşünmüştüm yani; ne de olsa taşın üstündeki bu yazının ne zamana ait olduğu bilinmiyor ve kehanet geçmiş zaman kipiyle yazılmış. Sanırım fazla uçmuşum.

   Özetle, esasında sürükleyici bir kitaptı ve serinin son kitabı olmasa epey güzel bulabilirdim de. Ancak bir "son" kitabı olarak hiç iyi değil. Devam serisi yazmak adına atılan adımlar kitabı sinir bozucu yapıyor. Bu sebeple kendi adıma, kitabın sonunu kafamda değiştireceğim ve Tom ile Hayalet'i batı bahçesinde oturup güneşin doğuşunu izlerken hayal edeceğim. Çok mu duygusal oldu? Bu kitabın sonundan iyidir... Yine de, böylesi güzel bir seri için çok teşekkür ediyorum sayın Delaney. Her kitap ayrı bir maceraydı, kimileri epey sürükleyici ve orijinaldi. Devam serine de bakmayı düşünüyorum, ama bu kitaptaki kimi seçimlerin dolayısıyla sana kırgınım.

   Edit:
   Serinin on dördüncü kitabı Hayaletin Cadıları'nın yorumu burada.

Puan: 4

17 Ağustos 2018 Cuma

Tazecik Kitap Yorumu: İşte İnsan - Michael Moorcock


   İşte İnsan, kaybolmuş ve arayışta bir genç olan Karl Glouger'in zaman makinesiyle milattan sonra 29 yılına; Hz. İsa'nın son aylarına ve çarmıha gerilişine şahit olmaya gidişini anlatıyor. Bu olaylara tanık olarak, en azından aklındaki bazı sorulara cevap bulabileceğine inanıyor.

   Kurguda Karl'ın kendi yaşadığı dönem ile zaman makinesiyle vardığı dönem arasında sık sık geçişler yapılıyor. Bu geçişler, Karl'ın iç dünyasını anlamaya bir olanak sağlıyor.

   Açıkçası, kitabın arka kapağını okuduğumda bilim kurgu soslu bir Hesse eseri okuyacağımı sanmıştım, ancak yanılmışım. Öte yandan, güzel bir yanılgıydı bu. Tarihe şahit olmak amacıyla zaman yolculuğu yapılışı da Connie Willis'in Kıyamet Kitabı'nı hatırlattı.

   Kitapta üzerine düşünülebilecek ilgi çekici noktalara değinilmiş. Ancak bazı yerlerde sorgulamaların biraz sert bir dille yapılması sebebiyle dini hassasiyeti olan okurların belki rahatsız olabileceğini düşünüyorum.

   Kitaptan birkaç alıntı verip bunlar üzerine birkaç şey yazmak istiyorum.

   "Monica. İçimde bir şey eksik..."
   "Ne tür bir eksiklik?"
   "Yani; belki bir eksikliğin eksikliğidir, bilmem anlatabiliyor muyum?"

   "Eksikliğin eksikliği" tabirinin aslında birçok insan için geçerli olan bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum. Her şeyin görünürde tastamam olmasına karşın, insanın huzura varamaması, bir tür arayış içinde oluşu ve bunun sebebini bilmeyişi... Eğer açıklanabilir bir sebep olsaydı, en azından ortada bir gerekçe olması sebebiyle daha rahat hissedilebilirdi belki. Bu arayışın sebebi olarak söylenebilecek şeyler de mevcut, insan olmanın özüyle ilgili misal; kimliğini keşfetme, merak, öğrenme arzusu...
***

   "Korku olmadan din hayatta kalamaz."

    Korku olmadan dinin hayatta kalamayacağına katılsam da, sadece korkunun bir dini yaşatmak için yeterli olacağına inanmıyorum; bir teselliye, vaade de ihtiyaç vardır dinin sürdürülebilmesi için. Dünyadaki zorlukların verdiği korku, yüce bir güce sığınma ihtiyacı doğurabilir ancak zorlukların ortadan kalkışı, dinin terk edilmesine sebep olabilir. Bu durumda da inanılan gücün muhtemel gazabından kaynaklanan korku ve o gücün vaatleri, kişinin dinden çıkmasına engel olabilir.

***

   "İnsanlar ihtiyaç duyduğu zaman akla hayale gelmeyecek başlangıçlara sahip büyük bir din yaratabilirler."

   "Fikir mi önce gelir, gerçeklik mi?" tartışmasında geçen bu kısım, bence de Karl'ın dediği gibi "fikir önce gelir" savını desteklemekte. Kaldı ki tüm dünyaya tanıtılmış/kabul ettirilmiş çeşitli kavramlar veya düşünce akımları da aynı bağlamda düşünülebilir.
***

   Kitabın kapak tasarımına bayıldım, Ozan Korkut'un ellerine sağlık. AĞIR SPOILER! Kiliselerdeki vitrayları temsil eden bir tasarım, ancak çerçevenin bir nevi imkansız şekil oluşturarak zaman yolculuğunun yol açtığı paradoksa işaret edişi; elinde İsa maskesi bulunduran İsa, Karl'ın İsa personasıyla bütünleşmesi... Hay Allah'ım, aklıma Scooby Doo'yu da getirmiyor değil (nasıl nöron bağlantıları bunlar). Tüm kitap boyunca Karl'ın arayışına ortak olup en sonunda İsa maskesini kaldırıp altında yine Karl'ı buluşumuz... SPOILER BİTTİ.

   Kitap, önceden Phoenix Yayınları'ndan çıkmıştı, ancak "İşte O Adam" adıyla. Kitabı biraz inceleme fırsatım oldu kitapçıda. İsim farkı nereden kaynaklanıyor diyecek olursanız, Yuhanna İncili'nde İsa'nın başında dikenli taçla dışarı çıktığı an, Pilatus'un "İşte o adam!" dediği yazıyor. Bu açıdan bakıldığında Phoenix'in isim tercihini daha doğru buldum.

   Phoenix baskısında, İthaki'den farklı olarak yazarın Türkçe baskısı için yazmış olduğu ön söz, İsa ve Jung hakkında notlar ve bir de yine yazarın elinden çıkma, uzunca bir not yer almakta. Elzem olmamakla beraber okunabilir. Son olarak da, İthaki çevirisini daha çok beğendim, Barış Tanyeri'ne teşekkürlerimi sunuyorum. 

Puan: 4

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Kısa Kesmek İcap Ederse: The Lost Path, Sharky Malarkey

   Bir önceki yazımda Netgalley'den aldıklarımı iki yazıda paylaşacağım demiştim ve sıra ikinci kısımda.

The Lost Path - Amélie Fléchais: Kapağını görüp çok beğenmiştim bu kitabın, konusunu da okuyayım dedim, Over The Garden Wall'u sevenlere öneririz, tarzı bir cümle yazıyordu. Zaten daha yeni o çizgi diziyi izleyip hastası olmuşum, dedim bu kitabı da okuyayım.
   Kitabın başında bir harita mevcut ki bu harita aslında kitabın tüm olay örgüsünü özetliyor. Üç tane çocuk ormanda kaybolmuş durumda, yollarını doğrultmaya çalışırken de çeşitli orman sakinleriyle karşılaşıyorlar. Bir de ormanın üstüne çökmüş bir lanet var, ama bu lanetin çıkış hikayesinin çok havada kaldığını düşünüyorum açıkçası. Çocukların ormandan geçerken yaşadıkları da aslında biraz savruk olaylar.
   Çizimleri çok sevimli kitabın, bir yerden de tanıdık geliyordu bu tarz, meğer Facebook'tan kitabın yazarı/çizerini takip ediyormuşum bir süredir.
   Kitabın bir kısmı siyah beyaz, bir kısmı renkli. Renkli sayfalar duvara asılabilecek güzellikte. Öte yandan siyah beyazdan renkliye geçiş kısımları kafamda pek oturmadı. Aksiyonlu sahnelerde renkliye geçiyor diyeceğim, değil. Vurucu sahnelerde diyeceğim, o da değil. Bir düzen olmaması sebebiyle de siyah-beyaz sayfalar bende sanki yarım kalmış bir iş de, daha sonra renklendirilecek gibi bir his uyandırdı.
   Güzeldi, ama daha iyisi olabilirdi. Ayrıca her ormanda kaybolan çocuk öyküsünü de Over The Garden Wall'a benzetmenin alemi yok, teessüf ederim... Puan: 3


Sharky Malarkey - Megan Nicole Dong: Bu derlemede çizerin birçok türde karikatürüne yer verilmiş. Bazıları normal çizgide karikatürler, hani insanın "aynen!" dediği türden. Bazıları da... en hafif tabirle çılgın çizimler :D "Ne okuyorum ben", dediğim de oldu, ellerimi yüzüme kapatıp "hayıııır" diyerek güldüğüm de. Ayrıca kitapta Jaws'ın yıldızı köpek balığı Bruce ile yapılmış bir ropörtaj da mevcut...
   Çizerin tumblr sayfasına buradan ulaşabilirsiniz. Puan: 4

12 Temmuz 2018 Perşembe

Kısa Kesmek İcap Ederse: Trent, Sour Apple, Sheets

   Eğer boş bir vakit yakalarsam Netgalley'e girip birkaç çizgi roman alıyorum "hemen oku" rafından. Bu sefer de yedi kitap aldım, ikisi fazlaca elimde süründü ama sonunda "kitabı bitiremedim" seçeneğini gördüm ve kurtuldum... Normalde sorumluluk bilinciyle illa ki bitirmeye çalışırdım beğenmesem de. Boşuna eziyet çekmişim önceki bazı aldıklarımda, meh.

   Bitirdiğim beş kitabıysa iki yazıya bölerek anlatmaya çalışayım. Edit: Kısım iki.

Trent - Dino Stamatopoulos & Leah Tiscione: Açıkçası bu kitabı kazara aldım. Yazarın adını gördüm, "Community'deki Starburns değil mi yahu bu adam?" dedim, kitabın konusunu okumak için linke bastım ve... direkt karşıma indir seçeneği çıktı, otomatikman istekte bulunmuşum kabul etti (yayınevinin kendi sitesinden bakıyordum, yönlendirdiği link bana kumpas kurdu :/ ) Henüz "kitabı bitiremedim" seçeneğinin varlığından da bihaberdim.
   Kitapta evli bir çiftin bebeklerinin vefatı anlatılıyor. Öte yandan her ne kadar bu, kara mizah sosuna bulanmak istenmişse de, akıl almaz bir biçimde başarısız olmuş. Baba, henüz bebek anne karnındayken bile anneye "bu bebek ölü" şakası(!) yapıyor. Bebek doğduğunda da aslında sevmiyor onu, ama eşine aksini iddia etmek için oldukça soğuk bir günde, dışarı çıkarıyor onu dolaştırmaya. Bebek soğuğa dayanamıyor. Ve sonra ne mi oluyor? Adam yolda rastladığı arkadaşıyla bebeği fırlatmaca oynuyor. Dehşetten o noktada kusabilirdim. İşin artık mizah boyutundan çıktığını düşünüyorum, hiç yakıştıramadım. Kitabı aldığımın bir gün öncesinde de dolaylı yoldan birisinin vefat haberi almasına tanık oldum, sanırım bu da hassasiyetimi birkaç katına çıkardı.
   Kitabın çizimleri fena değil, renklendirmesi gri tonlarında, ancak müzikal sahnelerde her yer renkleniyor. Müzikleri dinlemedim, dinlemeyi düşünmüyorum. Puan: 1


Sour Apple - Jerzy Szyłak & Joanna Karpowicz: Bu kitabı kapağına vurulup da almıştım, ilk baktığımda kadının burnundan akan kanı fark etmemiştim ama. Onu fark ettiğim an da, güneş gözlükleri aklımda bambaşka bir anlam kazandı.
   Kitap ev içi şiddeti konu alıyor. Kadının yaşadığı her şeyi içine atması, yaşananlar için haksız yere kendini suçlaması ve genel anlamda çaresizliği insanı mahvediyor.
   Oldukça çarpıcı bir kitap bu, ancak hassasiyetiniz ağır basıyorsa yaşananların görselliği sizi epey kötü etkileyebilir, bunu göz önünde bulundurarak okumakta fayda var.
   Etkileyici bir eser okumuş olmanın yanı sıra, şahane bir ressam da keşfetmiş oldum. Karpowicz'in sayfasına buradan ulaşabilirsiniz, özellikle Anubis resimlerine bayıldım. Puan: 4


Sheets - Brenna Thummler: Annesinin vefatından sonra onun çamaşır yıkama dükkanını devralan ve bir yandan da binbir sorunla uğraşan Marjorie ile bir hayalet olan Wendell'in öyküsü anlatılıyor bu kitapta.
   On üç yaşındaki Marjorie'nin omuzlarında dünyanın yükü: Bir tarafta mülkü satın alabilmek için dükkandaki işleri sabote eden haysiyetsiz bir adam (ki o kadar rahat davranabilmesi açıkçası kitapta bana en fantastik gelen şeydi), bir tarafta eşinin ölümü sebebiyle yıkılmış ve çocuklarıyla yeterince ilgilenmeyen babası, eh, üstüne de okulda yaşadığı yalnızlık ve kimi zaman dışlanma...
   Wendell ise henüz çocuk yaştayken vefat etmiş ve hayalet diyarına hala alışamamış, yaşayanların diyarına dönmeye çalışıyor.
   Hayalet Wendell ile Marjorie'nin ilk karşılaşmalarını takip eden olaylar pek talihli sayılmasa da, her şeyin çözüme kavuştuğu anlar muazzam. Hele ki kafada taşların yerine oturmasını sağlayan bir cümle var ki, onu okuduğum an kalbim parçalandı.
   Kurgusu kadar çizimleri ve renklendirmesi de çok güzel bu çizgi romanın. Keyifli bir okuma deneyimi oldu benim için. Bundan sonra da Brenna Thummler'ı takipte kalacağım. Puan: 4,5

12 Şubat 2017 Pazar

Tazecik Kitap Yorumu: 1984 - George Orwell


   Geçenlerde Orwell'ı oynamıştım. Dedim bunun üstüne de 1984'ü okuyayım. Okudum, şahane de oldu.

   1984, zıtlıkların bir potada eritilip öğretiye dönüştürüldüğü (savaş barıştır, kölelik özgürlüktür gibi), her yerde insanları gözetleyen tele ekranların olduğu, düşünce polislerinin aykırı insanları buharlaştırdığı, sürekli bir savaş halinde olan bir ülkedeki nefret ve korku temelli bir toplumu anlatıyor.

   1984 kült bir kitap, duymayan kalmamıştır herhalde. Kitabın konusunu daha fazla anlatmak istemiyorum; konusunu biliyorsanız sizi sıkmamak, bilmiyorsanız da kitabın merak unsurunu bozmamak için.

   Konusundan daha bahsetmeyecek olsam da, birkaç noktaya değinmek istiyorum. Kurgunun altyapısı gerçekten sağlam. Özellikle kelimelerin yok edilmesi çalışmaları aklımı başımdan aldı. Çünkü bir insandan kelimeleri esirgerseniz, onun düşüncelerini ifade etmesine de engel olmuş olursunuz. Ayrıca, kitabın sonuna da gerçekten bayıldım. Böyle bir kitaba böylesi bir son olabilirdi. Orwell adlı oyunun sonu da, bu kitaba yaraşır bir biçimde.

   Kitabın atmosferi şahane. Kasvetli, karanlık, sizi her an diken üstünde hissettiren türden. 1984'ü okuyarak gözetlenmeyi, Orwell'ı oynayarak ise gözetlemeyi tatmış oldum.

   Orwell deyip duruyorum ancak oyunun tadını kaçırmak istemem, oynayıp da görmeniz çok daha iyi olacaktır. Steam linkini de şuraya iliştireyim.

   Kitabın çevirisine değinecek olursam da... Bende 1984'ün hem eski hem yeni baskısı vardı. Eski olanın çevirmeni Nuran Akgören'di, yeni olanınsa Celâl Üster. Kitabın orijinalini açtım internetten, bu iki çeviriyi de koydum önüme, bir karşılaştırma yaptım. Gördüğüm kadarıyla Nuran Akgören kelimeleri birebir çevirmiş, Celâl Üster ise cümleleri Türkçeleştirme yoluna gitmiş. İkisinin çevirilerindeki en büyük fark da Yenikonuş/Yenisöylem sözcüklerinde ortaya çıkıyordu sanki.

   Biraz daha inceleyince Nuran Akgören'in çevirisinde bazı kelime eksiklikleri olduğunu fark edip Celâl Üster çevirisini okumakta karar kıldım. Eski basımdaki kelime eksiklikleri belki temel alınan yurtdışı basımından kaynaklanıyordur, emin değilim. Çünkü kitabın can alıcı kısımlarından birinde de önemli bir eksiklik mevcut, ki bu yeni baskıda not olarak düşülmüş.

   Celâl Üster'in çevirisi gayet iyi. Birkaç yerde kelime seçimlerini garipsedim diye hatırlıyorum. Öte yandan onlara çeviri notu koymayıp da ''adıl''a dipnot düşülüp ''zamir'' yazması da tuhaf geldi.

   Kitabın ön sözünden de bahsetmem lâzım. Hayvan Çiftliği'ni okuduğumda maalesef kitaba ön sözden başlamıştım ve kitaba dair her şeyi, hatta kitabın sonunu da öğrenmiştim. Bu sefer öyle bir şeye maruz kalmayayım diye kitabı bitirdikten sonra okumak üzere ön sözü atladım. ''Elinizdeki Çeviriye İlişkin Bir Açıklama'' kısmını ise okuyayım dedim, çünkü yukarıda bahsettiğim üzere hangi çeviriyi okumam gerektiğine karar vermeye çalışıyordum. Ve bilin ne oldu? Esaslı bir spoiler yedim... Pat diye yazıvermişler resmen kitabın sonunu, insan uyarı koyar. İkinciye dilim yandı, sinir oldum. Ayrıca, eğer Hayvan Çiftliği'ni okumadıysanız 1984'ün ön sözünden ciddi spoiler yiyeceksiniz demektir, aman dikkat.

   Kitabın sonunda da Yenisöylem kurallarını açıklayan bir ek bulunmakta. Bu ek kitabın bir parçası. Ek için çevirmene teşekkür edenlerin bulunduğunu gördüm, bu sebeple ek kısmını ''yazarın'' yazmış olduğunu belirtmek istedim. Zaten çevirmenin bu kadar detaylı bir ek yazabilmesi mümkün değil, çünkü ekte Yenisöylem'in kurallarından bahsedilmekte. Kitabın başlarında da ''ek'e bakınız'' cinsinden yazarın notu var. Yazar çevirmenin hazırlayacağı eki ne bilsin... Ne takıldım bu konuya yahu, geçiyorum.

   1984 çarpıcı bir konusu ve şahane bir kurgusu olan bir kitap. Neden kült olduğunu anlamak zor değil. Eğer çok bilinen kitaplara dair bir ön yargınız varsa, bu kitap o ön yargıyı kırmak için iyi bir başlangıç olacaktır. İyi okumalar...

Puan: 4,5

15 Ocak 2017 Pazar

Tazecik Kitap Yorumu: Phil'in Dehşet Verici Kısa Saltanatı - George Saunders


   Phil'in Dehşet Verici Kısa Saltanatı absürd, alegorik ve gerçekten dehşet veren bir kısa roman.

   İç Horner adında minicik bir ülke ve bu ülkeyi çevreleyen Dış Horner ülkesi anlatılıyor bu kitapta. İç Horner o kadar küçük bir ülke ki sadece bir vatandaş barınabiliyor ülkede, kalanlar ise sıraları gelene kadar Kısa Dönemli İkamet Bölgesi'nde bekliyor.

   Günlerden bir gün, zaten küçücük olan İç Horner daha da küçülüyor, kimse tamamen sığamaz hale geliyor, bu da Dış Hornerlılar için bardağı taşıran son damla oluyor. Zaten Dış Hornerlılar çok cömert değiller miydi İç Hornerlılara karşı? Zaten onlara Kısa Dönemli İkamet Bölgesi için alan sağlamamışlar mıydı? Artık kendi ülkelerinde barınamamaları da ne demekti?!

   Aslına bakarsanız Dış Horner epey geniş, kullanmadıkları epeyce alan da var, ancak bir gün o alanları da kullanıma katabilirler, bu sebeple kendi topraklarının birazının bile İç Hornerlılara verilmesi söz konusu dahi olamaz!

   Dış Horner milisleri İç Hornerlıları bir şekilde cezalandırmalı. Peki ne yapmalı?.. Kenarda, kahvehaneden Phil adında bir adam diyor ki onlardan vergi alın. Bu laflar, Phil'in tiranlığının başlangıcı oluyor. Vergi adı altında, akıl almaz vahşette olaylar yaşanmaya başlıyor...

   Kitaptaki karakterler makine parçaları ve organik parçalar karışık, ilginç bir yapıya sahip yaratıklar. Bu da kitabın alegorik kısmını oluşturuyor. Phil, beyni bir rafın üstünde duran ve eğer vidası yerinden çıkarsa beyninin raftan düşmesi sonucu, son derece gür sesle ve özgüvenli bir şekilde savaş çığırtkanlığı yapan bir adam misal.

   Kitabın sonlarına doğru dehşet, kaldıramayacağım kadar arttı. Kalan sayfa sayısına baktım, kitabın isminde ''kısa'' ifadesinin geçtiğini kendime hatırlattım ve bir nebze rahatladım. Olay örgüsü dehşet verici evet, ancak bunu asıl dayanılmaz kılan, gerçek hayatta bunun defalarca yaşanmış olması, hatta hala da yaşanmaya devam etmesi.

   Kitabın son kısmını çok sevdim. Bununla ilgili bir şeye değinmek istiyorum, ancak spoiler olacağını düşünüyorum, bu sebeple eğer kitabı okumadıysanız rica ederim son paragrafa geçin. SPOILER BAŞLANGICI. Yaratıcı'nın elinin gökten uzandığı sahne gerçekten muhteşemdi. Tüm Hornerlıları parçalara ayırıp baştan yapması, Phil'i ise kenara koyup önüne ''canavar'' yazılı bir tabela iliştirmesi ve nihayetinde de ''Sizin mutlu olmanızı istiyorum'' konuşması, bana helak edilmeyi düşündürttü. Helak olmak, korkunç bir şey olarak algılanır, çünkü Yaratıcı'nın gazabıdır. Öte yandan düşününce, bu yeni bir başlangıçtır ve bu olaydan geriye birtakım anımsatıcılar kalır ki diğer insanlar da aynı hatalara düşmesin ve daha güzel bir hayat yaşasın. Saunders bunu gerçekten güzel ifade etmiş bence birkaç sayfada. SPOILER BİTİŞİ.

   Phil'in Dehşet Verici Kısa Saltanatı kısacık olsa da bittikten sonra etkisini uzun süre sürdürecek bir kitap. Bir an önce depresyondan çıkmayı umut ediyorum...

Puan: 4

13 Ekim 2016 Perşembe

Tazecik Kitap Yorumu: İkna Ulusu - George Saunders


   Şahane bir yazarla tanışmış olmanın mutluluğunu yaşıyorum.

   İkna Ulusu, bir öykü kitabı. Kitap dört kısımdan ve on iki öyküden oluşuyor. İlginç bir şekilde, her öykü birbirinden çarpıcı, aralarında ayrım yapamıyorum.

   Saunders öykülerinde, tüketim toplumunun varacağı en uç noktaları gösteriyor bize, kapitalizmin insanların algılarını nasıl bozduğunu ve bozacağını. Birer uyarı gibi her öykü.

   Öykülerdeki karakterler seçim hakkına sahip, ancak onlara sunulan tercihler ''kötü'' ile ''daha kötü'' olmak üzere sınırlı. Bir özgürlük yanılgısına sahipler. İçlerinden bu yanılgıdan sıyrılanlar da oluyor tabii. Bir cesaretle çıkıp, var olan zalim düzeni değiştirmek istediklerinde de sistem tarafından sindiriliveriyorlar hemen.

   İkna Ulusu bana epeyce Black Mirror dizisini hatırlattı; insanlığın kara aynası... Ancak diziyi hatırlatmasına rağmen, kitabın absürtlük ve hiciv konusunda biraz daha önde olduğunu söyleyebilirim.

   Kapak tasarımını da pek uygun buldum kitaba, ellerin dert görmesin Burak Tuna...

   Saunders'ın öykü konuları orijinal olduğu kadar, dili de oldukça güzel. Hem alaylı, hem samimi. Sırf dili için bile kitaplarını okuyabilirim.

Puan: 4,5

22 Eylül 2016 Perşembe

Kısa Kesmek İcap Ederse: Light, Man,I Hate Cursive

   Eskisi kadar sık kitap yorumu yazamıyorum. Bu durumu düzeltmek istiyorum, ancak bazen her şey bitti de bu mu kaldı gibisinden düşünmeme de engel olamıyorum...

   Yine de, kendimi gaza getirmek için NetGalley'den kitap aldım. Sorumluluk bilinci(?)(hah) yazmamı teşvik eder diye düşünüyorum. Yazalım bakalım.


Light - Rob Cham: Kitap bir çizgi roman. Kitapta siyah beyaz bir dünyada yaşayan karakterimizin, dünyasını renklendirebilmek için, beş değerli taşı bulmak üzere yeraltına yaptığı yolculuk anlatılıyor.
   Kitabın genel havası bana Deth P. Sun'ın resimlerini hatırlattı. Ayrıca, kitabı okurken Botanicula'yı da anımsamadan edemedim, nihayetinde ufak farklılıklarla hem olay örgüleri hem de bazı karakter çizimleri benziyor.
   Kitapta tek bir kelime bile geçmiyor. Sessiz bir animasyon izliyor gibi oluyorsunuz kitabı okurken. Çizimler çok sevimli, karakterimiz ve yeraltında edindiği arkadaşı da öyle. Renk seçimleri de oldukça güzel. Kitabın tek kötü tarafı ise, bazen bir sahne atlanmış gibi hissediyorsunuz, bir eksiklik varmış gibi. Ancak bunun dışında oldukça hoş, keyifli zaman geçirmek için ideal. Puan: 4


Man, I Hate Cursive - Jim Benton: Sevgili Salak Günlük serisini okuduğumdan beri Jim Benton'ı pek bir severim. Kendisinin mizah anlayışı epey iyidir bence :P
   Ben kendisinin karikatür çizdiğini de yakın zamana kadar bilmiyordum. Bored Panda sayesinde öğrendim, şurada çeşitli karikatürlerini derlemişler, bakabilirsiniz.
   Jim Benton'ın bu kitabı da çeşitli karikatürlerinden oluşan bir derleme. Karikatürlerinin bir kısmını önceden internette görmüş olsam da, bazılarını ilk defa gördüm ve epeyce de sırıttım.
   Aşağıya kitaptan birkaç karikatürü de iliştirip, huzurunuzdan çekiliyorum. Puan: 5








2 Ağustos 2016 Salı

Tazecik Kitap Yorumu: Osmanlı Cadısı - Barış Müstecaplıoğlu


   Sanırım şu ana kadar beni ismiyle en çok heyecanlandıran kitap bu oldu: ''Osmanlı Cadısı-Bir İstanbul bilimkurgusu''. Hayallerimin kitabıydı; ismiyle bile birçok şey vaat ediyordu. Arka kapak yazısı da öyle: ''Barış Müstecaplıoğlu Osmanlı Cadısı'nda uçan arabalarla leventleri, robotlarla semazenleri sıradışı bir kurguda buluşturup uzak geçmişi distopik bir geleceğe ustalıkla bağlıyor.''

   Kitaptaki olaylar esasen iki farklı zaman diliminde geçiyor: Osmanlı döneminde ve iPhoneların bile antika sayıldığı uzak bir gelecekte.

   Haymanalı Süleyman Paşa idaresindeki Şahmeran kalyonu seferdeyken denizde muhteşem güzellikte bir kız bulur, kurtarırlar onu. Birkaç gün geçmeden ise korkunç bir fırtına kopar ve kalyon batar. Kalyondan sadece paşa ve Ayşe adını verdiği, denizden kurtardığı kız hayatta kalır. Paşa, kızı kem gözlerden korumak için onu bir Mevlevi dergâhına emanet eder. Ne var ki bu, Ayşe'yi korumaya yetmeyecektir.

   İstanbul Şehir Cumhuriyeti'nde, megakulelerden birinde yaşayan özel dedektif Kemal, oldukça nadir görülen, yaşamını çekilmez hale getiren, tedavisi olmayan bir hastalığa sahiptir. Günlerden bir gün, zenginlere özel sağlık hizmetleri veren bir kurumun başındaki Gül Hanım, Kemal'i bir cinayeti çözmekle görevlendirir, ammavelakin Kemal'in bunun için İstanbul Eşitlik Hareketi'ne sızması gereklidir (ki oldukça tehlikeli bir şeydir bu, yakalanırsa tüm hayatını mahveder). Kemal bunu yapamayacağını söylese de, Gül Hanım ona karşılığında hastalığının tedavisini vaat eder. Bu durumda, ''hayır'' demesi imkânsızdır Kemal'in.

   Osmanlı döneminin yazım dilimini beğendim, insanı havaya sokuyor. Ancak olay örgüsünü pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim maalesef. Karakterlerin bazı tutarsız davranışları beni çıldırttı. Aralarda Kur'an-ı Kerim'den ayetler bulunmasını da biraz yersiz buldum açıkçası.

   İstanbul Şehir Cumhuriyeti'nin kurgusunu oldukça iyi buldum. Gelecek öngörüsü de oldukça etkileyiciydi: oldukça kalabalık bir şehir, bir adım atabilmek için bile dakikalarca bekleyen insanlar, sıkış sıkış yeryüzünün sefaletini çekmek zorunda kalmayan zengin megakule sakinleri... Zenginlerin megakulelerde yaşaması ayrıca manidar, insanlara hem maddi hem de mecazi anlamda üstten bakmayı ifade ediyor diyebiliriz. Şehrin hemen her tarafındaki beyin yıkayan reklamlar ve haberler sunan ekranlar, birçok hastası olan psikolojik destek merkezleri, insanları sefaletten kurtarmayı ve herkese eşit haklar vermeyi amaçlayan, ancak devlet tarafından karalanan İstanbul Eşitlik Hareketi de gelecek kurgusunun inandırıcılığını pekiştiren diğer ögeler. Bu kısmın kurgusunu Osmanlı dönemine göre daha çok beğensem de, bu sefer de yazım dilinden pek hoşlanmadım. Özellikle Kemal ve arkadaşı Okyanus'un konuşmaları çok Amerikanvariydi, en azından bana öyle geldi.

   Kitabın sonuna doğru bu iki kurgu birbiriyle birleşiyor. Birleşme şekli başarılıydı. Ama o mihenk taşı hikâyeyi pek inandırıcı bulmadım. ESASLI SPOILER! Bebekken geçirilen bir ameliyatın insanı, ölümsüz, telekinetik ya da sonsuza kadar muhteşem güzellikte kılacağına inanmıyorum. Mantıklı gelmiyor, ikna olamadım. SPOILER BİTTİ.

   Gönül isterdi ki, hayallerimin karşılığını tam verseydi bu kitap, ancak olmadı, nasip değilmiş, ne yapalım. Yine de okuduğum için memnunum. Sırf İstanbul Şehir Cumhuriyeti için bile okunmaya değerdi.

Puan: 4

10 Temmuz 2016 Pazar

Kısa Kesmek İcap Ederse: Karanlık Cevher Serisi

        

   İnsanlar ve hayvan biçimindeki cinleri (bir nevi ruhları), hakikati gösteren altın bir pusula (nam-ı diğer aletiyometre), kuzey ışıklarının arasından görülen gökte bir şehir, iletişime geçemediğimiz paralel evrenler, cadılar, zırhlı ayılar, çingeneler, alimler, entrikalar, korkunç deneyler ve bir kuzey yolculuğu...


   Evet, muhteşem bir seriyi keşfetmiştim. Kitabın kurgusu, yazarın orijinal hayal dünyası beni benden almıştı... İlk kitapta her şey güzeldi, kitabın sonuna kadar. İkinci kitap da güzeldi, ancak ilk kitaba göre sönüktü kanımca. Üçüncü kitap ise zurnanın esaslı bir zırt deyişiydi.

   Kitabın ana karakteri on iki yaşında bir kız, Lyra. Kendisi küçük bir vahşi; damlarda dolaşması mı dersiniz, sürekli kavgalara karışması mı, çingenelerin kayıklarını arkadaşlarıyla basması mı... Lyra'ya hayret etmekten kendimi alamadım, sahiden çok ilginç, cesur, yalancı ve inatçı bir karakter.

   Serinin her kitabı, Lyra'nın başka bir yolculuğunu konu alıyor denebilir. İlk kitapta Lyra'nın kendi dünyasında kuzeye, ikincide evrenler arası, üçüncüde ise boyutlar arası ve Lyra'nın kendi içine yolculuğu anlatılıyor.

   Bu seri her ne kadar bir çocuk kitabı olarak bilinse de, bunun oldukça yanlış olduğunu düşünüyorum. Hem karanlık karakterler, dehşet verici olaylar barındırması hem de temelinde dini sorgulamaların bulunması, bence bunu en azından genç yetişkin kategorisine koyuyor.

   Lyra'nın dünyası, kilise temelli bir dünya. Din ve bilim beraber yürütülmekte, ancak bu, çarpık bir şekilde yapılmakta. Lord Asriel'in amacıysa din adına yapılan zulümlere son vermek ve her şeyin sebebi olduğu düşünülen Toz'un kaynağını bulmak.

   İlk kitaptaki bu çarpık din anlayışından doğan zulümlere karşı koyma kısmını takdir ettim. Ancak serinin her kitabında bu fikir daha farklı bir şeylere dönüşmeye başladı ve amacından saptı. Belki de amaç en başından beri buydu, bilemiyorum.

   İkinci kitapta Tanrı'nın aslında ilk meydana gelen melek olduğu ve kendisinden sonra gelenleri kandırdığı söylendi. Bu durumda da Lord Asriel bu ilk meleğe, Otorite'ye savaş açtı. Kitabın kurgusu dahilinde olayları ve yorumları göz önüne alarak, evet, eğer diğerlerini kandıran bir varlık mevcutsa ona baş kaldırmak mantıklıdır, diyorum, ancak devam kitabında işler biraz değişiyor. Biraz da bu sebeple seri, dünyanın birçok yerinde dini açıdan tartışmalara yol açmış.

   Üçüncü kitapta önceden oldukça dindar olan ama bir gün inancını tamamen terk eden Mary, Lyra ve Will'e ''Hıristiyanlığın çok büyük bir hata'' olduğunu söylüyor. Bu ifadeyi doğru bulmuyorum. Çünkü bu serideki hıristiyanlığın çıkış noktasıyla bizim dünyamızdaki hıristiyanlığın çıkış noktası bir değil. Belki de serideki dine hıristiyanlık denmemeliydi de, başka bir din ismi verilmeliydi. Ayrıca bu kitap (her ne kadar öyle olmasa da) çocuk kitabı olarak satılıyor. Çocuklarda belli bir yaşa kadar mecaz algısı olmaması sebebiyle bir çocuğun bu yargının sadece kitapta değil, kendi dünyasında da geçerli olduğunu düşüneceğini tahmin ediyorum. Bir çocuğa dinle ilgili bir konunun anlatılış şeklinin kritik olduğunu düşünüyorum.

   Bu arada Karanlık Cevher serisi, Narnia ile çokça karşılaştırılıyor, Narnia da dini temelli bir altyapıya sahip olduğu için. Ancak arada bir fark var bence. Narnia'da esasında iyi-kötü çatışması ve iyilerin kazanması var. Altta ise dini göndermeler. Küçükken Narnia'yı okuduğumda sadece iyi-kötü çatışmasını görmüştüm, dini göndermeleri fark etmemiştim bile. Bu açıdan, ikisinin karşılaştırılması yanlış kanımca.

   Ama aslına bakarsanız, son kitabı beğenmeme sebebim asıl olarak bu din algısı değildi. Sebebi kitabın tutarsız oluşuydu. Spoiler adı altında üç kitabın da beğenmediğim yönlerini yazayım.

   SPOILER UYARISI. İlk kitapta Lyra'nın ihanet edecek olmasından bahsediliyordu. Ben olsam ona ihanet demezdim, resmen  kelime oyunuyla esas olay çarpıtılmış oldu. Bir de, Lord Asriel ile Mrs. Coulter ezeli düşmanlardı, ancak kitabın sonunda karşılaştıklarında birden kendilerini birbirlerinin kollarına attılar. Benim anlayamadığım bir şeyler oluyor orada ama?..  İkinci kitap oldukça ilginç bir şekilde başladı, Will ve bıçağı derken de güzelce devam etti. Ama son kısımlarını pek beğenmedim. Ayrıca, Mrs. Coulter'ın on iki yılın ardından Lyra'ya bağlanması tuhaf.

   SPOILER DEVAMI. Evet, üçüncü kitapla ilgili sevmediğim o kadar çok şey var ki, yeni paragraf açma ihtiyacı hissettim. İlk kitaptan beri Lyra'nın dünyaları kurtacak olduğu söylenegeliyor ve tabii yapacağı her şeyi habersiz yapması gerektiği. Üzgünüm, ama ben seri bittiğinde Lyra'da seçilmiş kişi olduğunu gösteren bir şey göremedim. Evet, dünyaları kurtarabilecek kadar vasıflıydı, ancak dünyayı kurtarış biçimi o kadar saçmaydı ki, bu muydu yani? Will'e aşık olması? Aşklarının kaybolan Toz'u üstlerine çekmesi? On iki-on üç yaşında iki çocuğun dünyanın en büyük(?!) aşkını yaşayarak evrenleri kurtarması? Yani, niye bu iki çocuğun aşkı, cidden. Dünyadaki diğer aşıkların niye evrenlerin kurtulmasına hiçbir faydası olmadı? Mary'nin ''yılan'', Lyra'nın Will'e aşık oluşunun ''düşüş'' olarak isimlendirilmesi, İncil ayetlerinin bu kitabın kurgusuna uysun diye değiştirilmesi? Meh.

   SPOILER DEVAMI. Üst paragraf çok kalabalık oldu, buradan devam ediyorum. İlk kitapta söylenen başka bir şey, Lyra'nın Toz hakkında ileride en çok bilgi sahibi olacak insan olması. Bana hiç de öyle gelmedi son kitabı bitirdiğimde. Diğer ana karakterler kadar bilgiliydi o da. Ölüler dünyasına geçiyorum, bir ölü bile mi bekçileriyle konuşmayı denemedi? Aranızda orada ilk kabileler bile var, kaç bin/on bin/yüz bin yıldır oradasınız, hiç mi aklınıza gelmedi bekçilerinizle konuşmak, bir çıkış yolu aramak? Mrs. Coulter ile Lord Asriel'e gelelim. İkisi de serinin sonunda sevgi pıtırcığı olup çıktılar resmen. ''Ay biz aslında çok seviyoruz Lyra'yı, on iki yıldır hiç dönüp bile bakmadık ona ama şimdi hayatımızı onun için feda ederiz.'' Metatron'a gelirsek, sen kaç bin yıllık meleksin, ne kadar güçlüsün, kurnazsın, ama iki dakika içinde bir insanın cazibesine kapılıp yok ediliyorsun. Sen şimdiye kadar nasıl hayatta kalmıştın yahu? Son olarak da, savaşın nasıl sonuçlandığını öğrenemiyoruz, Lyra-Will aşkıyla her şey oldu bittiye geliyor bir anda. Niye o kadar savaş hazırlığı yaptınız ki o zaman canım? Bir de, ''Olduğunuz yerde semavi cumhuriyeti kurun''. Eeeeah. Kitabı bitireyim ama düzgün bir son yazmayayım; acıklı bir şey olsun, bir de mecazi bir şekilde bitsin ama mecazın ne olduğu anlaşılmasın. Neyse. SPOILER BİTTİ.

   Bu arada, ilk kitabı okurken Pullman'ın ırkçı olduğunu düşünmeden edemedim. Tatarlar korkunç zalimler olarak tasvir ediliyor, kitabın sonlarına doğru da karşımıza ölüm makinesi askerler olarak çıkıyorlar. Diğer kötü tasvir edilen millet ise biziz, Türkler. Türk çocuk kaçakçıları varmış. Kitapta Türk adının geçtiği başka bir yerse Lyra'nın anlattığı bir yalan hikâye. Sultanın emriyle bizim elçimiz gelip Asriel'i zehirlemeye çalışmış, ama sonra kabak kendi başına patlayıp ölmüş. Bu iki şeye baktığımızda, ikisinin de esasında kitabın kurgusuyla alakası olmadığını görüyoruz, çocuk kaçakçıları birkaç cümle haricinde kitapta yer almıyor bile, öbürü ise Lyra'nın arkadaşlarına anlattığı ayaküstü bir yalan. İnsan böyle kurguyla alakası olmayan küçük şeylerde neden haksız yere kendine çamur atıldığını merak ediyor.

   Kitapların isimlerine geleyim. İlk kitap için hem Kuzey Işıkları hem Altın Pusula ismi kullanılıyor. Kuzey Işıkları'nın daha uygun bir isim olduğu kanaatindeyim. Ancak serinin bütününe baktığımızda Altın Pusula daha uygun (Altın Pusula-Keskin Bıçak-Kehribar Dürbün). Ancak bu sefer de Kehribar Dürbün ismi pek uygun değilmiş gibi geliyor, çünkü altın pusula ile keskin bıçak kitaplardaki olayların temelini oluştururken, kehribar dürbün o kadar önemli değildi.

   İthaki'nin yeni kapak tasarımlarına da değinmek istiyorum. Bir şeyler çok fena karışmış.

      

   İlk kitabın kapağında Iorek ile Lyra var, tamam. İkinci kapakta aletiyometre (yani altın pusula) var, ama adı Keskin Bıçak? Üçüncü kitabın kapağında ise, ilk kitaptaki savaş sahnesi var. Niye ki? :D

   Bu seri için en beğendiğim üç kapak tasarımından ilkini yorumun başında vermiştim. Bir diğeri Folio Society baskısı.



   Son favorim içinse bir link bırakıyorum buraya, fotoğrafları izinsiz paylaşmak istemedim. Muhakkak bakın, çok güzeller :')

   Kuzey Işıkları'nın bir de filmi mevcut, izlemedim, izlemeyi düşünmüyorum. Ayrıca, Mrs. Coulter neden sarışın?

   Evet, bu bir Kısa Kesmek İcap Ederse yazısıydı. Serinin kitaplarını ayrı ayrı yorumlamak istemediğimden bu bölümü kullandım (bu sebeple alıntı da paylaşmadım, normal yorum yazmadan önce alıntı paylaşıyorum, biliyorsunuz), ancak bu sefer de bölümün adıyla çelişti yazdığım yazının uzunluğu. Ne yapalım.

   Toparlamak gerekirse, evet, sanırım çok sövdüm yazı boyunca. Ama şunu belirmeliyim ki, serinin ilk iki kitabını çok beğendim, özellikle de ilkini. Kitapların kurgusu oldukça orijinaldi, dili de espriliydi. Üçüncü kitapla uyuşamadık ama olsun. Seriyi sevdim yine de.

Kuzey Işıkları - Philip Pullman:  4,5 puan.
Keskin Bıçak - Philip Pullman: 4 puan.
Kehribar Dürbün- Philip Pullman: 3 puan.