31 Ocak 2015 Cumartesi

Tazecik Kitap Yorumu: Uzun Dünya - Terry Pratchett, Stephen Baxter


   Şahane bir kitapla karşınızdayım!

   Düşünün ki bizim dünyamız gibi milyonlarca dünya var ve bu dünyaların her biri, olasılık ağacının başka bir meyvesi. Hemen hemen her dünya temelinde aynı, ancak ufak farklılıklar var; değişiklik gösteren canlı türleri gibi (Jokerler hariç, bunlar çok tuhaf gezegenler, atmosferi olmayan bir dünya örneğin).

   Esas Dünya halkının (bizim dünyamız), diğer dünyalardan haberi yoktur. Ta ki, Adım Günü'ne kadar. Bir bilim adamı, diğer dünyalara seyahat etmeye olanak sağlayacak "Adımcı"yı icat etmiştir ve onun bu icadının planı internete düşmüştür. Adımcı, yapması kolay bir şey olduğundan (bir patatese bağlanmış kablolar ve gideceğiniz yönü belirleyen, doğu ve batı yönlerini gösteren bir şalter), herkes kendi adımcısını yapabilmekte ve diğer dünyalara seyahat edebilmektedir. Bu dünyaların bütününe de Uzun Dünya denmektedir.
  
   Tam da kendi dünyamızın kaynaklarını neredeyse tüketip bitirmişken mahvedebileceğimiz milyonlarca dünyanın daha ortaya çıkması muhteşem değil midir? Uzun Dünya'nın sağladığı ham madde ve imkânların yanı sıra, bazı sıkıntılar da mevcuttur ancak: Adımlayamayan ve bu sebeple adımlayabilenlere kin duyan, bazen aşırı uçlara kaçan insanlar; adımlama teknolojisi ile gerçekleştirilen terör saldırıları; değeri düşen para ve diğer dünyalara adımlayan insanlar yüzünden çöken ekonomi. Ama daha iyi bir yaşam umuduyla adımlayan insanları kim yargılayabilir ki?

   Kitapta olaylar genel olarak Joshua Valienté'nin etrafında dönüyor. Joshua doğuştan bir adımlayıcı, yani bir Adımcıya ihtiyaç duymuyor. Adım Günü'nde diğer dünyalara hazırlıksız bir şekilde geçip kendilerini kötü durumda bulan insanlara yardım etmekle ün kazanmış, aradan yıllar geçmesine rağmen de ünü sürmekte. 

   TransDünya adında, Uzun Dünya ile ilgili teknolojiler geliştiren bir şirketten Joshua'ya bir iş teklifi gelir. Şirketin üst düzey çalışanlarından biri olan Lobsang, ki kendisi Turing testini geçen ilk yapay zekâdır, Uzun Dünya boyunca seyahat edip onun sınırlarını anlamak istemektedir. Joshua da eğer Lobsang'in başına bir şey gelirse onu eve geri götürmekle yükümlü olacaktır. Joshua'nın teklifi kabul etmesiyle beraber ikilimiz Uzun Dünya'nın sırlarını keşfetmeye başlar.

   Konunun orijinalliği ve çok yönlü işlenişi, akıcı anlatım, muhteşem çeviri, güzel bir kapak tasarımı... Ben daha bir kitaptan ne isterim? Ayrıca, yazarların kelime oyunu ve göndermelerini dipnotlarda ayrıca açıklamış çevirmen Cihan Karamancı, sağolsun. Kapak tasarımı da Şükrü Karakoç'a ait, onun da ellerine sağlık. 

   Kitapta en çok hoşuma giden şeylerden ikisini de yazayım. Biri, Uzun Dünya'da medenileşme hareketi başlatan bir grubu konu alan, Discovery Channel'da yayınlanacak bir belgeselden bahsedilmesi :D Diğeri de, dünyamızdaki mitlerin çıkış noktalarının Uzun Dünya'yla olan bağlantısı.

   Kitabı eleştirebileceğim bir husus ise, bazen karakterlerin kişiliklerine uymayan davranışlarda bulunması. Lobsang'in insan olduğunu söylemesine rağmen insani bir şekilde düşünememesi, Joshua'nın çok dikkatli bir insan olmasına rağmen akıl almayacak saçmalıklar yapması örneğin. 

   Kitabı okuduğum müddetçe aklıma Spore oyunu gelip durdu. Hani sadece yaratıklar sebebiyle de değil. Uzay moduna geçince oldukça ilginç gezegenler bulmak mümkün mesela, üstünde hiç canlı yaşamayanlar vs.; Joker dünyaları anımsatmıyor mu bunlar?

   Kitabı okumadıysanız lütfen sonraki paragrafa geçiniz. ESASLI SPOILER! Kitabın sonunda Birinci Tekil Şahıs'la karşılaşıyorlar, malumunuz. Tek bilinç, her şeyin başı, adı üzerinde "birinci tekil şahıs"... SPOILER BİTTİ.

   2012 yılında bilim kurgu türünde Goodreads Chocie Awards ödülünü kazanmış bu kitap. Elenenlerin arasında Silo olmasaydı, Uzun Dünya ödülü kesinlikle hak etmiş derdim. İkisini kıyaslayınca terazinin kefeleri eşit ağırlıkta benim için.

   Devam kitaplarını beklemekteyim, haydi İthaki, bizi çok bekletme lütfen... Edit: Beş yıl aradan sonra devam kitabı olan Uzun Savaş raflarda.

Puan: 5

29 Ocak 2015 Perşembe

Sıradakinden Alıntı

   ''Ekonomik açıdan Uzun Dünya tam bir bataklık olabilir; fakat oraya ulaşmak için gereken kutulara vergi koymak en azından biraz gelir getirecektir!''

   ''Saçmalama be adam.'' Başbakan koltuğunda arkasına yaslandı. ''Hadi ama. Sırf kontrol edemiyoruz diye bir şeye vergi koyamayız.''

   Sağlık ve güvenlikten sorumlu bakan şaşırmış gözüktü. ''Niye koyamayacakmışız ki? Daha önce koyduğumuz çok oldu.''

27 Ocak 2015 Salı

Tazecik Kitap Yorumu: Otostopçunun Galaksi Rehberi - Douglas Adams


   Arthur Dent sabah kalktığında evinin önünde bir buldozer görür. Kestirme bir yol inşası için, evinin yıkılması gerekmektedir. Daha kötüsü ne olabilir diye düşünürken, arkadaşı Ford Prefect gelir ve ona Dünya'nın yok edilmesine yaklaşık on dakika kaldığını söyler. Dünya'nın yıkılacak olmasının sebebi ise, uzaya inşa edilecek bir hiperuzay otobanıdır :D

   Dünya yok edilirken, Ford Prefect'in bir uzay gemisine otostop çekmesiyle, hayatları kurtulur-şimdilik-. Bu, tuhaf bir uzay yolculuğunun başlangıcıdır sadece.

   Kitap, absürt mizahla yazılmış. Yıllar önce kitabı alıp biraz okumuş, sonra dayanamayıp bırakmıştım. Şimdi okuduğumdaysa hoşuma gitti, uzun zamandır bir kitabı okurken kahkahalarla gülmemiştim, değişmişim.

   Kitapta Ford ile Arthur'un yolculuklarının yanı sıra, Dünya'nın var oluş hikayesini de öğreniyoruz. Bir de, aralara serpiştirilmiş, ''Otostopçunun Galaksi Rehberi'' kitabından sayfalar var. Bir otostopçuysanız, emin olun çok işinize yarayacak. Havlunuzu almayı unutmayın!

   Kitapta yer alan başka bir şeyse, Hayata, Evrene, Her Şeye dair Nihai Sorunun cevabı. Nihai Sorunun cevabı ne alaka öyle, diyecek olursanız bunun cevabı da kitapta gizli: ''Nihai Sorunun ne olduğunu bulduğunuzda, cevap da anlam kazanacak.''
  
   Kitap insanı güldürüyor. Sürükleyici bir kurgusu olmasına rağmen, bazen tuhaflık seviyesinin artışı biraz kopukluğa sebep oluyor. Orijinal bir kitap, ancak devamını okur muyum bilmiyorum.

Puan: 4

Sıradakinden Alıntı

   Ford Prefect'in insanlar hakkında anlamakta en çok zorlandığı şeylerden biri Güzel bir gün, Boyun ne kadar da uzun ya da Ah canım, on metrelik bir kuyuya düşmüş gibi görünüyorsun, iyi misin? gibi apaçık ortada olan şeyleri belirtip tekrarlama huylarıydı. Ford ilk başlarda bu tuhaf davranışa bir açıklama getirmek için bir kuram geliştirmişti. İnsanlar dudaklarını devamlı çalıştırmazlarsa, diye düşünmüştü, belki ağızlarını bir daha hareket ettiremiyorlardır. Birkaç ay süren dikkatli bir inceleme ve gözlem sonucunda bu kuramı bir başkasıyla değiştirdi. İnsanlar dudaklarını devamlı çalıştırmazlarsa, diye düşündü, beyinleri çalışmaya başlıyor.


Tazecik Kitap Yorumu: At ve Çocuk - C. S. Lewis


   Serinin ilk kitabı Büyücünün Yeğeni'nin yorumu burada.

   Serinin ikinci kitap olan Aslan, Cadı ve Dolap'ın yorumu burada.

   Shasta, Calormen'de, fakir bir balıkçı olan Arsheesh'in yanında yaşamaktadır. Arsheesh Shasta'nın babası olduğunu söylemektedir, ancak o kara kuru bir adamken, Shasta sarışındır. Çocuğa da pek iyi davranmamaktadır Arsheesh.

   Günlerden bir gün, Arsheesh'in kulübesine at üzerinde görkemli bir adam gelir. Gelen adam Tarkaan'dır. Arsheesh çocuğu ayak altından çekilsin diye, eşeğin yanına ahıra yollar. Ama Shasta gitmek yerine, kulübenin dışında durup, ikilinin konuşmalarını dinler. Tarkaan Arsheesh'ten, Shasta'yı kendisine satmasını ister. Arsheesh ben oğlumu nasıl satarım, tarzından bir şeyler gevelese de, Tarkaan ona yalan söylememesini söyler. Bunun üzerine Arsheesh gerçeği anlatır, bir gece karaya bir sal vurmuştur, salda bir bebek ve daha demin kürekleri çeken, ancak karaya ulaşınca bitkinlikten ölmüş bir adam vardır. Arsheesh de bebeği hima2yesi altına almış, ona Shasta adını vermiştir. Shasta bunları duyunca çok heyecanlanır. Zaten hep evden uzaklaşmak, yeni yerler görmek istemiştir. Arsheesh'in yanında kalması için bir sebep kalmadığına göre, neden Tarkaan'la gitmeyecektir ki?

   Aklında düşünceler, kalbinde heyecan, ahıra gider Shasta. Ahırda, eşeğin yanına bağlanmış Tarkaan'ın atı durmaktadır. Atı okşarken kendi kendine konuşmaya başlar, acaba Tarkaan nasıl bir insan, bana nasıl davranır gibisinden, sonra ata döner, keşke konuşabilseydin, bana söylerdin der. O sırada at dile gelir ve ''Ben konuşabiliyorum zaten.'' der. Shasta çok şaşırır, at da ona Narnia'dan kaçırıldığını, konuşabilen bir at olduğunu anlatır, Tarkaan'ın zalim bir insan olduğunu söyler. Bunları anlatmasının üzerine, Shasta atla-Bree'yle- beraber Narnia'ya kaçmaya karar verir.

   Kaçarlarken, Tarkaanlardan birinin kızı olan Aravis Tarkheena ile, Narnialı atı Hwin'e rastlarlar. Onlar da Narnia'ya kaçmaktadırlar. Beraberce yola koyulurlar. Ne var ki, yolculukları sakin geçmez, kendilerini bir savaş arefesinde buluverirler.

   Aslına bakarsanız, Hwin'in, Aravis'in atı olduğunu söylemem yanlış. Kitabın ismi de kısmen yanlış çevrilmiş. Kitabın orijinal adı: ''The Horse and His Boy''. Yani ''At ve Çocuk'' değil de, ''At ve Çocuğu'' gibi bir şey oluyor. Bu neden önemli derseniz, kitapta şöyle bir bölüm var:

   ''Benimle konuşacağın yerde niye atımla konuşup duruyorsun?'' diye sordu kız.

   ''Affedersiniz Tarkheena'' dedi Bree (kulaklarını hafifçe geriye eğerek), ''Calormenliler gibi konuşuyorsun. Oysa Hwin ve ben özgür Narnialılarız. Narnia'ya kaçıyorsan, sanırım sen de özgür bir Narnialı olmak istiyorsun. Bu durumda Hwin senin atın değil artık. Tam tersine, senin onun insanı olduğun söylenebilir.''
  
   Bu kitapta, Narnia'nın bulunduğu dünyayı da tanımaya başlıyoruz biraz, Narnia dışındaki ülkeleri de görüyoruz, Calormen veya Archenland gibi. Bir de, karakterler arasındaki diyaloglarda özlü sözler geçiyor, bunlar da ülkelerin kültürlerine ilişkin birazcık da olsa bilgi veriyor bize.

   Kitabı tabii ki sevdim -Narnia'dan bahsediyoruz!-. Ama sevmeyen de çok kişi var. Allah Allah, aklım almıyor :P

   Edit:
   Serinin dördüncü kitabı Prens Caspian'ın yorumu burada.

Puan: 5

25 Ocak 2015 Pazar

Sıradakinden Alıntı

   ''Gözlerimi kapayıp dişlerimi sıktım ve hançeri kalbime sokmaya hazırlandım. Fakat o an kısrağım Hwin, insan gibi konuştu: 'Ey sahibem' dedi, 'Asla canınıza kıymayın. Çünkü yaşarsanız şansınız açılabilir. Oysa bütün ölüler birbirine benzer.''


23 Ocak 2015 Cuma

Tazecik Kitap Yorumu: Beş Sevim Apartmanı - Mine Söğüt


   Bilmeyiz, uydururuz. Gerçekler acı gelir, kurmacalara sığınırız. Yalanlar hoş gelir insana.

   Mahallenin birinde Beş Sevim Apartmanı adında tuhaf, metruk bir apartman vardır. Bu apartmanın isminden ve görünüşünden daha tuhaf bir şey varsa, o da içinde oturanlardır.

   Doktor Samimi Bey; yıllar boyunca cinperiler sayesinde akıl sağlığını korumuş bir adam. Ne var ki, artık cinperiler onun tercihlerine engel olmaya, hayatını mahvetmeye başlamış durumda. Bunun üzerine Samimi Bey, cinperilere savaş açıyor. Ancak savaşı kazanabilmek için, düşmanını tanımalı. Bu sebeple, ''idrak yanılması''ndan muzdarip, beş hastayı getiriyor Beş Sevim Apartmanı'na. Psikiyatristlerin ''idrak yanılması'' dediğine bakmayın, tüm hastaların da cinperilerle birtakım sorunları var. Doktor Samimi, hastaları inceleyerek, cinperileri daha yakından tanımayı amaçlıyor.

   Kitap bölümler halinde. Beş hastanın yaşadıklarını sandıkları şeyleri, başka bir deyişle, kafalarında kurguladıkları hikayeleri okuyoruz önce, ondan sonra da gerçek hikayelerini. Aralarda Doktor Samimi'nin günlüğü de yer almakta. Beş Sevim Apartmanı'nın hikayesini öğreniyoruz bir de.

   Tuhaf bir kitap Beş Sevim Apartmanı. İnsanın duyguları ve algılarıyla oynuyor. Okurken rahatsızlık hissediyorsunuz, ama bu rahatsızlık bir tür zevk veriyor insana. Korku filmi izlemekten haz duymak gibi garip bir şey. Kitaptan tiksindiğimde bile, elimden bırakamadım kitabı. İlginç bir okuma deneyimi oldu benim için.

Puan: 5

21 Ocak 2015 Çarşamba

Sıradakinden Alıntı

   Korkunun gölgesinde akıl fakir kalır.



Tazecik Kitap Yorumu: Bilinmeyen Adanın Öyküsü - José Saramago


   Geldi sıra, 2014'te okumuş olduğum son kitabın yorumuna... Aynı zamanda, Saramago'nun okumuş olduğum dördüncü kitabı oldu bu.

   "Bir adam kralın kapısını çalmış ve ona demiş ki, Bana bir tekne ver." Bu şekilde başlıyor kitabımız. Adamın birisi, bilinmeyen adayı bulmak için bir tekne ister kraldan. Bilinmeyen adaya ulaştığında, kendini de bulacağını düşünmektedir.

   Kitap elli sekiz sayfacık, resimli, koca puntolu harflerle yazılmış bir kitap. Bu sebeple kitabın konusuna dair daha fazla şey yazmayacağım.

   Kitap küçük hacmine kıyasla, çok fazla düşünce barındırıyor içinde. Bunun dışında, illüstrasyonları basit ancak oldukça sevimli. Yalnız anlamadığım bir şey var. Kitaplar çevrilirken bazen illüstrasyonları almazlar kitaba, tamam, bu gördüğümüz bir şey. Ancak bir kitabın bir dile çevrilirken yeniden illüstre edilmesi? Masallar haricinde böyle bir şey yapıldığını duymuş değilim. Bu kitabın orijinalinde Peter Sis'in illüstrasyonları yer almakta. Bizim dilimize çevrilmiş halinde ise Birol Bayram'ın illüstrasyonları var. Çok tuhaf geldi bu durum bana.

   Kitaba beş puan veriyorum, çünkü olay örgüsünü beğendim, kitabın dili ve yazarın düşünceleri de çok hoştu. Şimdiye kadar beş puan verdiğim ilk Saramago kitabı bu oldu. Ancak aslına bakarsanız, en sevdiğim Saramago kitabı bu değil. Bu da puanlama sistemimdeki çarpıklığı gözler önüne seriyor :D Neyse, siz puanlandırma sorunumu bir kenara bırakın, bu güzel kitabı okuyun :) Zaten bir kere Saramago okumaya başladığınızda, kim tutar sizi!

Puan: 5

15 Ocak 2015 Perşembe

Hoşuma Yapışanlar

 

   ''Uyuyamadığım için mi okuduğumdan yoksa okuduğum için mi uyuyamadığımdan emin değilim.''

   Yaşadığımız büyük açmaz... :D

   Kaynak!

   Hiyheyhöy, yarın sınavlar bitiyor, çok şükür! :D Vee, bloga yazılacak on dokuz tane kitap yorumu var. Çok birikti :/ Dört tanesi hariç diğerlerinin yorumlarını kısa kısa yazmayı düşünüyorum gerçi.

   Kendinize iyi bakın!

7 Ocak 2015 Çarşamba

Hoşuma Yapışanlar

   Kitap ödünç vermek üzerine...




   Kitaplarınızı ödünç verir misiniz? Şahsen ben veririm, ama önceden mimli insanlara ve eve gelen misafirlere vermiyorum(önceden herkese verirdim, aah-ahh). Önceden mimliler, daha fazla kitabıma zarar vermesin diye; misafirler ise büyük ihtimalle bir daha evimize gelmeyecekleri ve ''ödünç'' aldıkları kitapları geri getirmeyecekleri için. Bir kere verdim öyle, on beş kitabım falan gitti, hala yüreğimde bir öküz oturmakta o sebeple. Neyse, rica ederim bu bahsi kapatalım :P -hem kendisi açıyor bahsi, hem kendisi kapatalım diyor, bak hele-.

Sıradakinden Alıntı

   Beğenmek, sahip olmanın en iyi şekli, sahip olmaksa beğenmenin en kötü şekli olsa gerek.


6 Ocak 2015 Salı

Tazecik Kitap Yorumu: Körlük - José Saramago


   Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken kör olur. Siyah bir körlük değildir bu, artık dünyayı bembeyaz görmektedir adam. Önce, kör olan adama evine kadar eşlik eden bir adama bulaşır bu beyaz körlük, sonra ilk körün eşine, ilk körün gitmiş olduğu göz doktoruna ve sonrasında tüm şehre... Bu körlüğe yakalanmayan tek kişi ise göz doktorunun karısıdır.

   İlk başlarda körlüğün geçici bir durum olduğu düşünülmektedir, ancak yine de bulaşıcı bir durum olduğuna inanıldığından, kör olanlar veya körlerle yakın temasta bulunmuş insanlar karantinaya alınmaya başlanır. Göz doktoru da karantinaya alınacaktır, doktorun karısı onu tek başına bırakmak istemez; kendisinin de kör olduğunu söyler onları götürecek olan görevlilere. Karantina binasına; eski bir deliler hastanesine götürülürler.

   Bu hastane, günden güne yeni gelenlerle dolmaktadır. Günde iki kere yemekler, hastanenin dışında nöbet tutan askerler tarafından bırakılmaktadır. Ne var ki, insanlar bu karantina ortamında düzgünce yaşamayı beceremez, zira körlüğün, görülmemenin, suç işlemek için ortam oluşturduğunu düşünürler, ayrıca yemek dağıtımları aksamaya başlar. Bir süre sonra hastane, cehenneme dönüşür.

   Körler her ne kadar dehşeti yaşasalar da, yaşanan olayları görebilen tek kişi doktorun karısı. Kitabı okurken onun gözleri, sizin gözleriniz oluyor ve o dehşetli dünyada, acaba kör olmak, bütün bu dehşeti görmekten daha mı iyi demekten kendinizi alamıyorsunuz.

   Kitabı beğenmesine beğendim, ancak Saramago'nun yaşananları oldukça sert bir şekilde yazması, içimi kararttı. Yumuşatarak yazmasını beklemezdim zaten, kitaba da uygun olmazdı ama benim gibi biraz hassas olan okuyuculara kitabı okumadan önce kendilerini hazırlamalarını öneririm.

   Diğer kitaplarında olduğu gibi, Saramago'nun bu kitabında da birbirinden güzel tespitler ve alıntı yapılası yerler vardı. Yahu Saramago, hem konun orijinal, hem kalemin çok iyi, hem verdiğin mesajlar harika... Çok şükür ki, dünyaya gelmiş ve bu güzel kitapları yazmışsın (övüp de dört vermek... :D kitap neredeyse beni depresyona sokacağı için gitti o bir puan.)

   Edit:
   Serinin ikinci kitabı Görmek'in yorumu burada.

Puan: 4

Sıradakinden Alıntı

   Felaket herkesin başına aynı anda çöktüğünde bile bazı insanlar ötekilerden her zaman daha kötü koşullarda yaşar.


2 Ocak 2015 Cuma

Tazecik Kitap Yorumu: Knulp - Hermann Hesse


   Kitapta, Knulp adındaki özgür bir ruhun hikayesi anlatılıyor. Toplam üç tane hikaye barındırıyor kitap, bir de Hesse'nin ölümünden sonra bulunan fragmanları.

   Knulp, bir mesleğe sahip olmayan, bir yere bağlanıp kalamayan, sürekli seyahat halinde, arkadaş canlısı bir insan. İstediği an, başını alıp istediği yere gidiyor. Biraz felsefik bir düşünce yapısı; biraz neşeli, biraz hüzünlü bir kişiliği var.

   Kitap hakkında fazla bir şey yazamıyorum, çünkü hem kitap kısa, hem de kitabın hoşluğunu anlatılmaz okunur cinsten.

   Kitabı okurken ister istemez Knulp'a özendim, onun gibi özgür olmak istedim... Eh, ben de kaçışımı kitaplarla yapıyorum, elimden bu kadarı geliyor...

Puan: 4

Sıradakinden Alıntı

   ''Benim düşünceme göre, en güzel şey öyledir ki, bizde hazdan ayrı hüzün de, hatta korku da uyandırır.''

   ''Nasıl yani?''

   ''Bunu şöyle açıklayayım: Belli bir zaman sonra yaşlanıp kocayacağını ve sonunda ölüp gideceğini bilmesek, dünya güzeli bir kızı hiç de o kadar güzel bulmazdık belki. Güzel bir şey güzelliğini hiç yitirmese, hep güzel kalsa, bu kuşkusuz sevindirirdi beni; ama öte yandan ona soğuk bir şey gözüyle bakar, içimden şöyle geçirirdim: Bugün onu görmem şart mı, nasılsa bir yere kaçtığı yok. Oysa yıkılıp gidecek, her zaman aynı kalmayacak bir şeye baktım mı, haz duyduğum gibi acıma da hissederim.''

   ''Orası öyle.''

   ''Bu yüzden de benim için bir donanma gecesinden güzel şey yoktur. Böyle bir gecede mavi ve yeşil maytaplar görürsün, gece karanlığına dalıp yükselir havada; en güzel olduğu an ufak bir eğri çizer, yok olup gider; seyrederken sevinç de duyarız, korku da. Derken ikisinden de eser kalmaz geride. Donanma fişeklerinin havada yükselip kaybolması daha uzun sürse, o kadar güzel olmazdı.''


1 Ocak 2015 Perşembe

Tazecik Kitap Yorumu: Geri Gelenler - Gemma Malley


   Bu kitap tanımadığım bir yazarın kitabı olsaydı alır mıydım? Açıkçası, hayır. Ama Gemma Malley'nin Bildirge serisini beğendiğimden, bu kitabı da okumak istedim.

   Kitaba başlarken beklentim çok yüksek değildi. Kitabı okurken şaşırdım açıkçası; çünkü kitap çok hoşuma gitti, en azından ilk elli sayfa boyunca. Ancak sonra kitap bir bozdu ki, öyle böyle değil.

   Kitabın kahramanı Will. Will'in annesi yıllar önce intihar etmiş, en azından Will öyle biliyor. Annesi intihar ettiğinden beri de Will, ''kaçıklar'' adını verdiği birtakım insanlar görüyor. Bu insanlar donuk, acı yüklü ve Will'i tanıyormuş gibi bakan insanlar. Son zamanlarda da, kaçıkların sayısı artmış durumda, artık Will'i aşırı derecede rahatsız etmekteler.

   Will'in kaçık dediği insanların, ''Geri Gelenler''den olduklarını öğreniyoruz. Will'in de Geri Gelenlerle bir alakası var, ancak kendisi bunu hatırlamıyor. Geri Gelenler ise ısrarla Will'i kendi saflarına çekmeye çalışıyorlar.

   Dediğim gibi, kitabın ilk elli sayfasını beğendim. Kitabın dili güzeldi, Will'in anlatımı samimiydi ve kitapta alıntı yapılabilecek birçok cümle vardı. Ama ne zaman ki bu Geri Gelenler, Will'le konuşmaya başladılar, o zaman kitapta bir şeyler koptu gitti; kitap anlamsız, mantıksız bir hal aldı. Bu arada, bu Geri Gelenler ne aptal insanlar yahu, birisi bile olanları değiştirmeyi akıl edemedi mi? Sonuç olarak, tuhaf bir kitaptı, beğenemedim.

Puan: 2

Sıradakinden Alıntı

   Hatırladığım kadarıyla kendimi son kez mutlu hissettiğim gün, o gündü. Her şey değişmeden önce hatırladığım son anı bu.

   İşin tuhaf yanı, o an pek de mutlu hissetmiyordum kendimi. Ama zaten hep böyledir, değil mi? Yani sabah kalkınca genellikle, ''Var ya, bugün çok mutluyum!'' demezsiniz. Sonradan, geçmişi düşününce mutlu olduğunuzun farkına varırsınız ancak. Mutluluk böyle tuhaf bir şey işte. Reklamlarda gördüğünüz, sırf beş para etmez bir deterjan filan satın aldılar diye deliler gibi sırıtarak, hoppala diye çocuklarını havalara atıp tutan insanların resimlerine benzemez. Böyle bir mutluluk yoktur dünyada. En azından ben böyle bir şey hiç hissetmedim. Mutluluk, birisinin fotoğrafı gibidir daha çok; güvenli bir yere sakladığınız ve arada bir çıkarıp baktığınız bir fotoğraf gibi. O fotoğrafa bakarsınız, içiniz ısınır ve üzülürsünüz çünkü o kişi artık yoktur, o yanınızdayken güneşin sanki daha fazla parladığının sonradan farkına varırsınız. Biraz karışık bir kavram; yani ''mutluyum'' değil de ''mutluydum'' denir sanki hep. Ya da bana öyle geliyor.