Tazecik Kitap Yorumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tazecik Kitap Yorumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2021 Cuma

Tazecik Kitap Yorumu: Ihlamurlar Altında Gezinti - Friedrich Schiller

   
    Ihlamurlar Altında Gezinti, Schiller'in beş öyküsünün derlemesinden oluşuyor.

    Öykülerden ilki Yüce Gönüllü Bir Davranış'ta, aynı kadına aşık olan iki kardeşi konu alan bir anekdot aktarılıyor. Pek sevdiğim bir öykü olmadı.

    İkinci öykü Onurunu Yitiren İnsanın Suçu, suçluları ötekileştirmek ve yalnızca eylemlerine odaklanmak yerine, onları bu suça niyetlendirenin ne olduğunu öğrenmemiz gerektiğini, bu sayede doğru şekilde hareket ederek bu kişileri topluma yeniden kazandırabileceğimizi yahut zamanında gerekli önlemleri alarak suçu engelleyebileceğimizi savunuyor. Yazarın kendi ağzından bir cümle alıntılayacak olursam: "...Kötü huy ve alışkanlıkların otopsisi belki insanlığa ve kim bilir belki de adalete bir şeyler öğretebilir." Schiller bu otopsiyi yaparken "kişinin doğası mı yoksa yetiştiği çevre ve yaşadığı ortam mı" sorularına yanıt verecek şekilde Wolf'un yaşanmış öyküsünü anlatıyor. Kitapta en etkilendiğim öykü bu oldu, çünkü yazarın fikirleri gerçekten çağının ötesindeydi. Öykü 1786'da yayınlanmış ve Batı'da yazarın önerdiği fikrin benimsenmesi ve bunun üzerine araştırmalar yapılıp teoriler geliştirilmeye başlanması yaklaşık 200 yıl alıyor.

    Üçüncü öykü Alba Dükünün Rudolstadt Şatosu'ndaki Kahvaltısı, Yıl 1547, Kontes Catharina von Schwarzburg'un Thüringen'den geçecek olan İspanyol ordusunun halkına zarar vermemesi için dük ile anlaşma yapmasını, ancak dükün sözünü tutmaması üzerine harekete geçişini anlatıyor. Kısa olsa da epey keyif aldığım bir anekdot oldu. 

    Dördüncü öykü Kaderin Oyunu, prensin gözüne girip bürokrasinin basamaklarını uçarcasına çıkan ve sonrasında gücünü kötüye kullanan G***'nin başına gelenleri konu ediniyor. Bu öyküyü takip etmek kitaptaki diğer öykülere göre daha zordu. Abartmıyorum, içinde on fiilimsi barındıran cümleler vardı. Belki cümlenin yapısı biraz değiştirilip gerekli yerlere noktalama işaretleri konarak anlam daha net bir şekilde aktarılabilirdi. 

    Son öykü Ihlamurlar Altında Gezinti, Wollmar ve Edwin adında dünyaya bakış biçimleri birbirine taban tabana zıt iki arkadaşın diyalogundan oluşuyor. Bu denli keskin zıtlıklardan hoşlanmadığımdan öyküyü de pek sevemedim maalesef. 

    Kitabın kapak illüstrasyonu İrem Gökçem Tunçay'a ait. Baktıkça huzur doluyorum, ellerine sağlık Tunçay'ın.

    Schiller'in yine Can Yayınları'ndan çıkan, Hayaletgören adında bir romanı varmış. Eğer imkanım olursa onu da okumayı düşünüyorum. 

Puan:


2 Ekim 2021 Cumartesi

Tazecik Kitap Yorumu: Gerçekler Kırıldı - Barış Müstecaplıoğlu

 

    Gerçekler Kırıldı, çıktığını duyduğumdan beri ilgimi çeken bir kitaptı. Barış Müstecaplıoğlu'ndan okuduğum ilk ve tek kitap olan Osmanlı Cadısı'nın tadı damağımda kalmıştı. Bu kitapta da Osmanlı Cadısı'nın dünyasında geçen bir öykü olduğunu bilmek okuma isteğimi körüklemişti.

    Kitap, Hayali Zamanlar, Hayali Diyarlar ve Hayali Yaşamlar olmak üzere üç bölümden oluşuyor. 

    Hayali Zamanlar'ın ilk öyküsü Empatan, Osmanlı Cadısı evreninde, İstanbul Şehir Cumhuriyeti'nde geçen bir hikaye. Cinayetleri çözmek için polisle çalışan empatan Münir'in, bir gün cinayet mahallinde katile dair hiçbir duygunun varlığını sezememesiyle olaylar başlıyor, cinayetler birbirini izliyor. Bu evrene dönmek güzeldi. Diğer şehir cumhuriyetlerini merak etmeden duramadım, özellikle de Konya Şehir Cumhuriyeti'ni (HAFİF SPOILER UYARISI! Zamanında bir nükleer enerji santrali kazası sonucu boşaltılmış bu cumhuriyet ve artık çöplerin toplandığı bir yere dönüşmüş. Dayanamayıp Wall-E benzeri bir robot hayal ettim orada, ne yapayım. SPOILER BİTİMİ).

    İkinci öykü Yabancı, uzaylıların dünyayı ele geçirmek için insanları katlettiği bir gelecekte, bulduğu yetim çocukları sahiplenen Recep'i konu ediniyor. Üçüncü öykü Avcı, Yabancı'dan yıllar sonrasına odaklanarak bir kabilenin avcısı Pelin'in, av sırasında kabile bilgesinin anlattığı öykülerden bildiği bir şeyle karşılaşmasını anlatıyor. Apokaliptik öyküleri sevdiğimden bu ikisini de sevmesem olmazdı. Ayrıca Recep'in durumunu birazcık Nisan Hakan'ın şu karikatürüne benzetmedim değil:

    Dördüncü öykü Gerçek Beni Öldürmek, kişilerin farklı seçimler yapsa hayatlarının nasıl şekilleneceğini gösteren oldukça gerçekçi bir simülasyon oyununa kendini kaptıran Ahmet'e odaklanıyor. Kar yağdıran Kutup Ayısı çok ilgimi çekti bu öyküdeki.

    Son öykü Gezegenin Oyunu ise, oyuncu ekiplerinin zenginler tarafından galaksinin çeşitli yerlerindeki gezegenlere gönderilip gizlenmiş bir eşyayı bulmak için yarışmalarını konu ediniyor. Bu öyküden biraz Stanislaw Lem'den Aden tadı aldım. Hayali Zamanlar'dan konusu en çok ilgimi çeken de bu öykü oldu.

    Hayali Diyarlar kısmındaki öykülerin hepsi yanılmıyorsam yazarın Perg evreninde geçiyor. Öykülerden ilki İksir Ustaları, idealist bir iksir ustasının her derda deva olacak bir ilaç geliştirmek için göze aldığı bir riski konu ediniyor. İkinci öykü Büyücü ve Çocuklar'da, Nerton'un küçükken kendisine sahip çıkan ve hala da öksüz ile yetimlerin bakımını üstlenen büyücüye ziyareti anlatılıyor. Üçüncü öykü Ölümden Beter'de, arkadaşı ve oğlunun yaşadığı yere vaktinde ulaşmaya çabalayan şaman Merikon'un yolculuğu (ve ötesi) işleniyor. Dördüncü öykü Hayal Makinesi'nde, mucitbaşının federasyon başkanına sunduğu son icadı konu ediniliyor. Bölümdeki son öykü Kayıp Rıhtım, Aslanağzı gemisi mürettebatının ağır zarar görerek çıktıkları bir çatışma sonrası yaralarını sarmak için lanetli kabul edilen bir rıhtıma çekilmelerini anlatıyor. Ölümden Beter'den kronolojik olarak biraz daha ileride gibi duruyor. 

    Hayali Yaşamlar'ın ilk öyküsü Rıfat Efendi ve Mucizeler Konağı, yüzyıllar yaşında olan ve her gece konağında ölülerin ruhlarını diğer tarafa uğurlayan Rıfat Efendi'yi konu ediniyor. Rıfat Efendi kendisine dışarı çıkmaya bir sebep bulabilmek için, her ruha hayatları boyunca işittikleri en büyük gizemi soruyor. Şansı uzunca bir süredir yaver gitmese de beklenmeyen bir konuğun gelip ondan yardım istemesi sonucu Rıfat Efendi büyük bir maceraya atılıyor. Bu öyküden bir roman çıkabileceğini düşünüyorum. Hem macera detaylıca işlenebilir, hem de konağındaki ilginç ve fantastik eşyaların öyküleri anlatılabilirdi.

    İkinci öykü Enkazdaki Dost'ta, deprem sonrası yıkıntı altında kalan Ahmet'in, duyduğu bir ses ile hayata tekrar tutunması, çabalamayı bırakma fikrinden vazgeçmesi anlatılıyor. Son öykü Albert Long Hall'ın Hayaletleri'nde ise, binada geceleyin ortaya çıkan, biri oradaki piyanoya bağlı iki hayaletin öyküsü aktarılıyor.

    Kitapta isimlere çok takıldım. Empatan öyküsünde Hüseyin ve Recep diye iki karakter var. Yabancı'da yine Recep var, ancak Empatan'daki kişi değil. Avcı'da yine Hüseyin var, ancak o da aynı kişi değil. Gerçek Beni Öldürmek'te de Enkazdaki Dost'ta da ana karakterin adı Ahmet. Empatan öyküsünde adı bir cümlede geçen Rıfat var, Rıfat Efendi ve Mucizeler Konağı'nda ana karakterin adı yine Rıfat. Hatta bir adım ileri gidecek olursam, Osmanlı Cadısı'nda ana karakterin adı Kemal'di, Empatan öyküsünde adı geçen karakterlerden biri yine Kemal, ancak aynı kişi değiller. Osmanlı Cadısı'nda karakterlerden biri Neşe'ydi, burada da Gezegenin Oyunu'nda bir cümlede Neşe adı geçiyor. Tüm bunlar bana yazarın çok kısıtlı bir isim dağarcığı olduğunu düşündürdü. Hadi Neşe neyse de, niye diğer karakterlerin adı aynı yahu. Daha da ileri gidecek olur ve kitaptaki tüm isimleri incelersem de sanki hepsinde bir benzerlik görüyorum: Ali-Halil, Rıza-Rıfat, Meltem-Meryem, Ahmet-Mehmet... Empatan'da Osmanlı Cadısı'ndan Okyanus'a da çok kısaca bir atıf görüyoruz, ama belki o da tanıdığımız Okyanus değil de adaşıdır, kim bilir.

    Genel olarak öyküleri beğendim, ancak Hayali Zamanlar kısmındakilerin bana daha çok hitap ettiğini not düşeyim. Kitabın kapak tasarımını da çok beğendiğimi söylemeden geçmeyeyim, Geray Gençer'in ellerine sağlık (zaten kendisinin tasarımlarına bayılırım). Zaman ve mekan kavramına güzel odaklanan bir tasarım olduğunu düşünüyorum, font seçimi de harika ve oldukça uygun. İçeriğe geri dönecek olursam, Müstecaplıoğlu öykü kitapları yazmaya devam ederse ben de elimden geldiğince takip etmeye çalışacağım.   

Puan: 4



16 Eylül 2021 Perşembe

Tazecik Kitap Yorumu: Belki Bu Defa, Belki Şimdi - Alois Hotschnig


   Yüz Kitap'tan çıkan tüm kitapları okuma düşüncem vardı, Belki Bu Defa, Belki Şimdi de bunun ilk adımı oldu.

   Kitapta toplamda dokuz öykü bulunuyor, her birinin adı da birbirinden güzel. Öykülerin hepsinde tekinsiz bir hava mevcut, çoğundaysa bir saplantı söz konusu. 

   Öykülerin konularından bahsedeyim kısaca. Aynı Sessizlik, Aynı Bağrışma'da komşularını takıntılı bir şekilde gözetleyen bir adam; Yürümenin İki Çeşidi'nde biri takip edilen, diğeri takip eden iki kişi; Bir Kapı Açılıyor ve Sonra Kapanıyor'da yoldan tesadüfen geçmekte olan bir adamın, yaşlı bir kadın tarafından oyuncak bebeklerle dolu evine davet edilmesi; Belki Bu Defa, Belki Şimdi'de yıllardır aile kutlamalarına gelmesi beklenen, yolu gözlenen bir amca; Bir Şeyin Başlangıcı'nda yabancı bir yerde ve bedende kendini bulan bir adam; Karşılaşma'da bir hayvanın ölümü; Odamda Işık Yanıyor'da kayığıyla gölde, sazlıkların arasında bir şeyler arayan bir adam; Sabahları, Öğlenleri, Akşamları'nda bir cadde; Tanımıyorsun Onları, Yabancı Onlar'da her gün kimliği değişen ve başka başka kimselerin hayatını yaşayan bir adam anlatılıyor.

   Öyküler muğlak bir anlatıma sahip. Buraya nereden geldik veya neden bunlar yaşanıyor sorularının cevaplarını almak mümkün değil. Ancak tüm yaşananların kendi içinde tutarlı ve mantıklı olması bakımından bir rüyayı andırıyor.

   Okuduğum bir yorumda kimi öykülerin psikiyatrik yahut nörolojik rahatsızlığa sahip kişilerce anlatıldığı havası verdiği yazıyordu, katılıyorum.

   Anlatımın açık olmaması nedeniyle öykülerin farklı kişilerce farklı yorumlanacağına ve epey çeşitli çağrışımlara kapı açacağına inanıyorum, bu sebeple de kitabın beraber okuyup tartışmak için güzel bir seçenek olduğunu düşünüyorum. Ne var ki bunaltı hissiyatı ve saplantı teması bana pek hitap etmediğinden kitabı sevdiğimi pek söyleyemeyeceğim.

Puan: 3


27 Eylül 2020 Pazar

Tazecik Kitap Yorumu: Dikenlikler Prensi - Mark Lawrence

 

   Bir süredir okuduğum şeylere aklımı veremediğimden şöyle akıcı bir şey okuyayım da açılayım demiştim. Kısa cümleleri ve yüksek temposuyla o açıdan doğru bir seçim oldu Dikenlikler Prensi. Ancak işleniş ve üslup bir noktadan sonra beni baydı.

   Prens Jorg küçükken yaşadığı korkunç bir olay sebebiyle intikam almaya yemin etmiş ve gözünü kan bürümüş bir gençtir. (genç yerine kazara önce ergen yazdım...) Yaşadıkları kalbini katılaştırmıştır ve kendi adamlarını bile gözlerinin yaşına bakmadan, ve genelde önemli bir gerekçesi olmadan kılıçtan geçirmektedir.

   Ek olarak hemen her zaman çok derin bir şeyler söylüyormuş edasıyla laflar etmektedir (ve sürekli insanlara haddini bildirdiğini düşünmektedir). Jorg'un beylik laflar ettiği kısımları okurken aklıma sürekli şu gelip durdu:


   Bunu demek istemezdim ama Jorg deyince aklıma gelen ilk ifade "atarlı ergen" oluyor. Yazar çok iyi bir anti-karakter planlamış da ortaya karikatürü çıkmış gibi hissediyorum, çok üzgünüm bu konuda.

   Kitabın bölüm aralarında kimi zaman kısa parçalar bulunuyor, rastgele dağılmış gibi durduklarından bunları pek sevemedim.

   Kitap hakkındaki yorumları incelediğimde çevirisinin pek beğenilmediğini gördüm. Kerem Sanatel'in çeviride çokça Türkçeleştirme yoluna gitmesi eleştirilmiş, ancak kullandığı dili ben pek yadırgamadım.

    Jorg'un hem bizim dünyamızdaki kimi filozoflardan bahsetmesi hem büyüden dem vurması bende bir tutarsızlık hissi oluşturmuştu, ancak sonradan taşların yerine oturmasıyla yazarı takdir ettim. Ne var ki dünyasını merak etsem de Jorg'un derinliğine (ehe) ve nefretine daha katlanmam devam kitaplarını okuyarak. 

Puan: 1,5


5 Nisan 2020 Pazar

Kısa Kesmek İcap Ederse: The Walking Dead


   The Walking Dead (Yürüyen Ölüler/TWD) ile tanışmam sanıyorum ki 2012 yılına, Telltale'in ilk TWD oyununu çıkardığı zamana dayanıyor. Bu oyun öncesinde de apokaliptik temalara hep ilgim vardı. Zombi konusu da ayrıca ilgimi çekerdi, çünkü bir son olarak kabul ettiğimiz ölüm, bizi sanki aldatmış gibiydi! Hayattaki en temel olgulardan birine dair bildiklerimizin sarsılışı, daha geniş bir manâda da sonumuzu getirebilirdi. Nitekim, zombi kurgularında olan da hep bu değil miydi?

   Telltale'in TWD'si ilk sezonuyla oldukça başarılıydı. Bu başarının derinlerine inebilirim, ama onu oyunun yorumuna, başka bir yazıya saklamak istiyorum. Oyuna olan sevgim, çizgi romana başlamak konusunda beni oldukça heveslendirdi.

   Sanırım 2016 yılında, nihayet çizgi romana başladım. İlk sayının da özel versiyonu çıkmıştı hani, renklendirilmiş, yapımcılarla ropörtajlar içeren... Değmesinler keyfime. Ama değdiler. Ropörtajları okurken, ellinci sayı civarı bir yerden güzel bir spoiler yedim. O kısmı okumak benim hatam da olabilir aslında, geçelim. Spoilerı unutmak için araya vakit koymaya karar verdim. 2018 başında kendimi yokladığımda hiçbir şey hatırlamadığımın farkına vardım ve tekrar başladım. Altı ay içinde o zamana kadar, yani on beş yılda çıkmış olan 180 sayıyı okudum, ve yeni sayıları beklemeye başladım. Ardı ardına sayıları devirirken çok güzeldi, şimdi beklemek tam bir nefis terbiyesi :P 192. sayıyı okudum en son, not düşeyim. Edit: Bu yazı esasen masum, habersiz bir okurun aktarımları. Bir sonraki paragrafta sebebini öğreneceksiniz.

   Geçtiğimiz haziranda dördüncü compendium (48 sayı içeren cilt) tamamlandı ve TWD tarihinde bir çağ resmen sona erdi. Edit: BU SATIRLARI YAZDIKTAN İKİ GÜN SONRA, 193. SAYIYLA SERİYE SÜRPRİZ SON YAPILACAĞINI NEREDEN BİLEBİLİRDİM? PÜH SANA, ALLAH SENİ NE ETMESİN KIRKMAN. Ohoo, daha 300'e kadar yolumuz var diyordun, bu karakterlerin değil dünyanın hikâyesi diyordun... Yalan söyleyip sürpriz diye yutturmaya çalışmak da... Kalbimi kırdın. (Bu yazının büyük bir çoğunluğunu 1 Temmuz'da tamamlamıştım, final sayısına dair yazdıklarım ve sonraki paragraflar da 4 Temmuz'a ait).

   Seri, bir polis memuru olan Rick Grimes'ın, vurulması sebebiyle girdiği komadan kalkışıyla başlıyor. Ama uyandığı dünya, bırakmış olduğu dünya değil; her tarafı yürüyen ölüler kuşatmış, medeniyet çökmüş. Bu kaos içinde eşi ve oğluna ulaşmaya çalışıyor Rick. Hikâye devam ettikçe, hayatta kalan insanların bu yeni dünyada tutunma çabalarını okuyoruz.

   Her sayının yahut cildin konusunu tek tek anlatmayacağım, ancak belli başlı birkaç olay örgüsünden bahsedeyim. Doğal olarak, spoiler içerir. Karakterlerimiz bu hayatta kalma serüvenlerinde başta yer değiştirip dururlar, ancak sonrasında oldukça iyi güvenliğe sahip bir hapishaneye yerleşirler. Bu sıralarda The Governor (Vali) ile yolları kesişir, bu kesişim sonrası hapishane artık yaşanılır gibi olmadığından tekrar yola düşülür, ve daha büyük bir dünyanın varlığı keşfedilir. Küçük çaplı politik sorunlar, Negan adlı yeni baş kötünün gelişiyle ikinci plana atılır. Negan olayı çözüme ulaştıktan sonra Whisperers (Fısıldayanlar -fısılganlar diye bir kelime uydurmak istedim, hehe) çıkar bu sefer. Sonrasında da eski, aynı hayatlarına kavuşmalarına olanak sağlayacak Commonwealth ile tanışırlar. Ama eski hayatlarına dönmek, gerçekten istedikleri bir şey midir? Sınıf farkından kaynaklanan eşitsizlik ve adaletsizlik de tekrar var olacak demektir çünkü bu. Karakterlerimiz Commonwealth'ı bu kaosun içinde yeşerdiği için takdir eder, ancak halâ daha iyisinin olabileceğine işaret ederler ve bu sefer daha büyük çaplı politik sorunlar baş gösterir.


   Bu paragraf da spoiler içerebilir, dikkat. Seriyi okumayanlar için pek anlam ifade edeceğini zaten sanmıyorum ya, neyse. En sevdiğim karakterler olarak şu isimleri sayabilirim: Önderliği elden bırakmayan Rick, çetin ceviz oğlu Carl, katanalı kahraman Michonne, ninja Jesus, ölümsüz Tyreese, minnoş Aaron, karizmatik-ötesi Ezekiel, zeka küpü Eugene, tatlış Dale, acıların adamı Hershel. Her ne kadar favori on karakterim bunlar olsa da, başka sevdiklerim de var tabii, Morgan'ı unutmak mümkün mü mesela, yahut Abraham'ı, hele ki Glenn'i. Favoriler listemin dışına çıkıp daha kimler var diye düşününce, sevenleri çok olsa da hiç ısınamadığım Maggie ve Negan (özellikle Negan) var. Andrea da benim için özel bir karakter olmadı maalesef. Vali'yi bile sevenler varmış bu arada, cidden anlam veremiyorum. Manyak ve mantık dışı bir katilin nesini seviyorlarsa. Negan da zalim bir katil, ancak en azından "insanlık" kavramı kapsamında kendince yaptığı bir şeyler var, ayrıca dinlediğinde (dinlemeyi tercih etmemesi asıl sorun zaten) mantıklı kararlar verebiliyor. Bir de konuşma biçimi tabii. Bu sebepler dolayısıyla gene az buçuk Negan'ın neden sevildiğini anlayabiliyorum.

   Tyreese-Rick ilişkisi bana Telltale oyunundaki Lee-Kenny ikilisini hatırlatmadı değil, apokalips kardeşliği :P Michonne'un seriye dahil oluş şeklini pek sevmemiştim, ancak sonradan kendisini sevdim. Onun da Rick'le olan arkadaşlığı oldukça güzeldi. Jesus ile Aaron'ın dahil oluş biçimleriyse üzücüydü biraz. (Spoiler: İlk dakikadan dayak yediler ya. Yazık günah.)

   Seride bir noktada Rick "O kadar çok insanı kaybettik ki bu noktaya gelirken... İsimlerini dahi hatırlamak güç artık." minvalinde bir söz söylüyordu. Sahiden de öyleydi bir okur olarak benim için bile. Sanki yıllardır o yollardan beraber geçmişiz, bu esnada birçok insanı yitirmişiz ve artık sadece silinmeye yüz tutmuş anılardan ibaretler gibi...

   Yitirilen insanlardan bahsetmişken, çok saçma bir şey yaşamıştım, burada da dursun. TWD'yi genelde bol miktarda küçük çaplı çığlıklar ve sövgüler eşliğinde okuyordum (her şeyi berbat eden karakterlere sövüyordum, yanlış anlaşılmasın). Neyse, tam değer verdiğim karakterlerden biri hiç beklemediğim bir şekilde ölmüştü ki dayanamayıp ağıt yaktım: "Gittiiiiii, dağ gibi adam..." O gün de Stephen Hawking vefat etmişti. Ben tam haykırmadan birkaç saniye önce oda arkadaşlarımdan birinin bir arkadaşı gelmişti, beni duyunca ikisi de afalladı bir, sonra dediler ki: "Hee, Hawking öldü ya, onu diyor."

   Karakter ölümleriyle ilgili; şimdi yazacağım listedeki şeyleri yapan kimseler %90 gibi bir ihtimalle, beş-on sayı içinde ölüyor, ancak ben ille de şok olmak istiyorum derseniz lütfen bu paragrafı geçiniz. SPOILER! 1- Sevgilisine ihanet etmişse. 2- Gelecek hakkındaki planlarından bahsetmişse. 3- Çok duygulu bir konuşma yapmışsa. 4- Saatli bir bomba gibiyse ve Rick ile birkaç defa bozuşmuşsa. Bonus: Sana ihtiyacımız var denilmişse. Çok zalimce.

   Rick'in liderlik konusuna gelecek olursak, seri boyunca verdiği birçok kararı destekledim okurken, birkaç kez ise kesinlikle katılmadığım kısımlar oldu. Genel anlamda iyi bir lider olduğunu düşünsem ve serinin başarısını biraz buna bağlasam da, bir arkadaşım eğer olayları Rick ve grubunun bakış açısından değil de karşı taraftan okusak, Rick ve grubunun hareketlerinin gayet zalim ve insanlık dışı bulunabileceğini söyledi. Seriyi okuduysanız, siz neler düşünüyorsunuz bu konuda?

   Buraya iliştirmek istediğim bir parça var. Her ne kadar temposunu serinin havasına pek uygun bulmasam da sözlerinin epey uygun olduğu kanısındayım (Çevirmeye çalıştım ancak eğreti oldu, hem de yazıyı epey uzattı, o sebeple sildim. İngilizce bilmeyenlerden çokça özür dilerim, bir gün belki düzgün bir şekilde çevirirsem yorum kısmına eklerim):


   Seriyi okurken fark edeceğiniz bir nokta da yürüyen ölülerin esasen zombiler değil, insanlar oluşu. Hayatta kalmak için yaptıklarıyla içten içe ölen insanlar, yahut geleceğe dair bir umutlarının kalmayışıyla. Kaldı ki bir noktada Rick de tam olarak bunun üzerine konuşma yapıyor. Yanılmıyorsam bir başka söylevinde de bunla ilgili güzel bir noktaya değiniyor: "Bir gün hayatta kalmaya çalışmayı bırakıp gerçekten yaşamaya başlayabiliriz." Zira, sürekli yaşam savaşı sürdürmek, tam anlamıyla yaşamak sayılır mı? Bu yeni dünyadaki gerçek düşmanın/canavarın ölüler değil, yaşayanlar oluşu da dikkate değer ve gerçekçi bir konu.

   Madem seri sona erdi, final sayısına ayrıyeten değinmek istiyorum. SPOILER! Zamanda atlama yapılan sonlardan nefret ederim. Son sayıyı da kısa sürede birçok şeyi toparlamaya çalışan bir sayı olarak buldum. Yani, bir önceki sayı son sayı olsa, ucu açık kalacak olmasına rağmen daha mutlu olurdum sanırım. Kirkman mutlu bir sonu bizle buluşturmak istemiş, ancak şart değildi benim nazarımda. Bir de, öykünün Rick'in değil, bu apokaliptik dünyanın öyküsü olduğunu söyleyip duruyordu. Eh, en son sayfada Carl'ı, Rick'in maceralarını kızına okurken görmek bunun başından beri Rick'in öyküsü olduğunu göstermez de neyi gösterir? Haa, neyi gösterir biliyor musunuz? Bir keresinde sizden gelen mektuplar kısmında hayranın biri "Yoksa tüm TWD serisi, How I Met Your Mother'ın Carl ve Lydia için bir versiyonu mu?" diye sormuştu ve Kirkman tarafından reddedilmişti bu fikir, ancak görünen o ki zaman içinde bu fikre ısınmış, Lydia'yı Sophia ile değiştirmiş ve son sayıyı bir bakıma bu şekilde bağlamış.

   Son sayıdaki kapanış yazısında Kirkman, seri için önceden başka bir son planladığından bahsediyor, 72. sayı için. Bu sonda ne olacakmış derseniz... Rick, Alexandria'nın savaşmaya değer bir yer olduğunu, göçebelik günlerinin sona erdiğini belirten bir söylev verecekmiş grubuna, bu esnada yüzüne yakın çekim yapılacakmış (çizgi romanda yakın çekim mi olur, nasıl çevireceğimi bilemedim). Sonraki sayfada yine Rick'in yüzü olacakmış, ancak bu sefer taştan oyma bir şekilde. Daha uzaktan bakılan bir sonraki karedeyse bu heykeli sarmaşık bürümeye başladığını ve üstünde çatlaklar oluştuğunu görecekmişiz. Daha da uzaklaşıldığındaysa anıtın durduğu yerin tam da söylevi verdiği yer, Alexandria olduğunun farkına varacakmışız, ancak harap evlerle dolu hayalet bir kasaba gibi olacakmış burası. Uzaklaşmaya devam ettikçe de zombileri görecekmişiz etrafta. Görünen o ki, Rick anıtı dikilecek kadar önemli bir insan addedilmiş, medeniyeti el ele yeniden inşa etmişler, ancak yine de nihayetinde ölüler kazanmış ve insanlık geri dönüşü olmazcasına yok olmuş. Bu son için utanç verici derecede kötü, tatsız ve üzücü demiş Kirkman, anlatmak istediği tüm hikayeyi de anlamsız kılıyormuş. Benim hoşuma gitti oysa ki. Neyse, olan oldu, biten bitti.

   Bir seferinde, sizden gelen mektuplar kısmında Kirkman tüm öyküyü uzaylı saldırısına bağlayarak bitireceğini söylemişti. Bir sayıda bunu alternatif son olarak cidden sundu da :D Hepi topu beş sayfa olsa da epey travmatik bir sondu benim için, yukarıdakinden bile. Başta cidden sözünü tutmuş diye gülmüştüm, ama sonra dehşete düşmüştüm yaşananlar sebebiyle. Gerçi yukarıdaki sonda da bunda da ölüm var, işin ne kadarının görselliğe döküldüğü ne kadarınınsa sezdirildiği tepkiyi etkiliyor tabii. Neyse. 200. sayıya da sadece ana karakterin görebildiği aptal, yeşil, uçan bir uzaylı koyacaklarını söylemişti Kirkman, hani, nerede...

   Karakter özel sayılarına değineyim bir de. Tek cümleyle ifade edecek olursam, hiçbir esprileri yok. Bulamazsanız bir şey kaçırmazsınız, çoğu zaten seride bahsedilen konulardan oluşuyor ve ek bir bilgi sağlamıyor. Bir de Brian Vaughn tarafından yazılıp çizilmiş Alien adında bir yan sayısı vardı, fena değildi, ancak çok sevdiğimi de söyleyemem.

   Özel sayı olarak belki dünyada neler olduğuna değinebilirdi Kirkman. Çeşitli ülkeler nasıl baş etmeye çalışmıştı virüsle? İlk günler nasıl geçmişti dünya çapında, virüs üzerinde çalışan ekipler nasıl vazgeçmişti? Beyni parçalamak dışında bir çözüm var mıydı? (Beyin zarar görmeden zombilerin durdurulamayışı, onları "canlı" tutan asıl şeyin sinir sistemi olduğunu gösteriyor sanki. Belki sinir sistemini felç eden bir zehir onları durdurabilirdi. Özel sayının birinde bir kabilenin bu yöntemle onları durdurduğunu düşünsenize meselâ). Uzaydaki astronotlar ne yapıyordu, dünyaya dönecekler miydi, yahut durumdan ne denli haberdarlardı? Virüsün ulaşmadığı yerler var mıydı, misal kutuplar? Bunlar aklıma gelen sayılı örnekler. Anlatılan öykü, bunlar sayesinde cidden iddia edildiği üzere dünyanın öyküsü olabilirdi, Rick'inki yerine.

   Son sayısı hariç oldukça sevdiğim bir seri oldu The Walking Dead, çoğu zaman yüreğim ağzımda okudum, hatta okumadım da sanki yaşadım. Teşekkürler bu seriyi yazdığın için Kirkman. Ellerine sağlık Charlie Adlard, yorulmadan çizip durdun. Tony Moore, sen de ilk altı sayıyı çizmiştin, senin de ellerine sağlık. On altı yıllık macera sona erdi dün itibariyle, ben de bir buçuk yıldır bu çılgınlığın bir parçasıydım okur olarak. "300. sayıya varacağız daha" dediği için Kirkman, okurken yaşlanacağımı sanmıştım, pek olmadı o, ama neyse. Gençlik macerası olarak kaldı :P

Puan: 5

23 Şubat 2020 Pazar

Tazecik Kitap Yorumu: Antilop ve Flurya - Margaret Atwood


   Sanırım Atwood kadar kitaplarının konularını beğenip üslubundan hoşlanmadığım bir yazar yok.

   Antilop ve Flurya bildiğimiz insanlığın yok olup, yerini Flurya'nın Çocukları adında elle oyulmuşçasına (istemsiz kelime oyunu) güzel, doğayla oldukça uyumlu bir şekilde yaşayıp giden yeni bir insan ırkının aldığı bir gelecekte geçiyor. Eski dünya insanlarından tek hayatta kalan Kar Adamı'nın, genetiği değiştirilmiş çeşit çeşit varlığın sokaklarda fink attığı bu kıyamet sonrası dünyasındaki yolculuğunu okuyor, bir taraftan da geçmişe dönüyor ve işlerin bu hale nasıl geldiğini görüyoruz.

   Kar Adamı'nın kıyamet öncesi dünyasında kapitalizmin, genetik (ve kimya) mühendisliğinin ve yozlaşmışlığın sinmediği tek bir yer bile kalmamış. İnsanların yediklerinden içtiklerine, kullandıkları malzemelerden izledikleri programlara kadar işlemiş etik açıdan tartışmalı meseleler. Yediğiniz tavuğun normal tavuk olmaktan çıkıp yalnızca et verebilecek bir yarı canlıya dönüştüğünü düşünün, yahut intiharların televizyon şovuna dönüştüğünü.

    Bu geçmiş tasvirinde bize geleceğe dair birçok yenilik (genetiği değiştirilerek üretilmiş hayvanlar, çeşitli bilgisayar oyunları, televizyon programları ve çok daha fazlası) sunuyor Atwood. Bunların sayısı o kadar çok ki önce gelecekte olması muhtemel şeyler listesi hazırlayıp kurguyu üstüne yazdığını düşünmeden edemedim. Öte yandan, okumaktan en keyif aldığım kısımlar da bunlardı. Hemen hepsinin adında bulunan kelime oyunların güzeldi, ancak çok büyük çoğunluğu çevrilmeden bırakılmıştı. Bunlar çevril(e)mese bile dipnot konulabilirdi.

   Kitabın çözüm kısmına varışın çok zahmetli olduğunu söyleyebilirim. "Dünya nasıl bu hale geldi?" diye soruyorsunuz ve cevabını almanız dört yüz sayfa sürüyor. Bir noktada zaten neyin neden olduğu bariz hale geliyor. Bu da açıklamak için sona bırakılan şeyin tüm cazibesini yitirmesine sebep oluyor. Kitabın adı neden Antilop ve Flurya diye de çok düşünmüştüm, veya neden Kar Adamı'nın adı Kar Adamı. Daha ziyade ilgi çekmek için olduğunu düşünsem de mitlere gönderme olarak görülebilir.

   Kitabın sonuna dair de bir şeyler yazmak istiyorum, haliyle tat kaçırabilir, kitabı okumadıysanız bu paragrafı geçmenizi tavsiye ederim. SPOILER! Flurya'nın tanrı rolüne soyunuşu, özellikle yeşil gözlerini düşündüğümüzde çocuklarını "kendi suretinden" yaratmış oluşu, Jimmy'ye peygamber rolü yükleyişi ve Flurya'nın Çocukları ile Jimmy'nin etkileşiminin birçok din ile efsanenin doğuş sürecine işaret edişi dikkate değer. CennetZarı'ndan çıkışları, insanlığın cennetten ayrılışı olarak görülebilir. Flurya'nın Çocukları'nın Flurya'nın cesedi üzerinden geçtiği sahne için tanrı öldü, yahut Flurya Prometheus'tu denebilir (bu noktada aklımdan Ridley Scott'ın Prometheus filminin ilk sahneleri geçiyor, ancak o da Yunan mitolojisine işaret ediyordu zaten). Hatta Flurya'ya Thanos da diyebilirsiniz, çok da uyar :P . Jimmy'nin başta tek ve bir bakıma da ilk oluşu (diğer herkesten önce varolması) sebebiyle Hz. Adem'in bir yansıması olduğu söylenebilecek olsa da Flurya'nın Çocukları'nı Küre'ye götürüşüyle Hz. Musa'yı daha çok anımsatıyor. Kar Adamı'nın yolculuk dönüşünde onları bir putla konuşurken buluşu, altın boğa meseline de oldukça benziyor. SPOILER BİTTİ.

   Yine tat kaçırması muhtemel bir şeye değineceğim. SPOILER! Flurya'nın ekibini Extinctathon meraklılarından toplaması zekiceydi. Ben Flurya olsam ve şuan ekip toplayacak olsam Plague Inc. oyuncularını toplarım (yeni bir manyak mı yetişiyordu?). SPOILER BİTTİ.

   Kitabın bir kısmında Yeni New York ifadesi geçiyordu. Aklıma Futurama'daki New New York geldi, aslında kimi başka enteresanlıkları da anımsatmıyor değil.

   Kitabın kapağı Bosch'un The Garden of Early Delights tablosundan bir parça. Kimin aklına geldiyse büyük saygı duyuyorum. 

    Kıyamet sonrası kurguları çok severim, ancak yine de bu okurken sıkılmama engel olmadı. İki tane de devam kitabı mevcut. Okumaya çalışacağım, olur da bitirirsem yorumunu da buraya link olarak bırakırım.
 
Puan: 2,5


18 Ocak 2020 Cumartesi

Kısa Kesmek İcap Ederse: The Book of Onions, Emotions Explained with Buff Dudes, War and Peas, Pilu of the Woods

   Netgalley'den aldığım kitaplara asırlardır yorum yazmamışım (2018'de aldığım bile varmış, yuh). Siteyi açmışken bir kitap daha aldım utanmadan. Şimdi hepsini birlikte yazayım, bir daha da almasam iyi olacak.


The Book of Onions - Jake Thompson: Kara mizah içeren karikatür derlemesi. Genelde biraz depresif ve alaycı. Kimi zaman absürt kimi zaman da gerçekçi.
   Bazı karikatürlerde kahkaha attım, onlardan birkaçını yorum sonunda paylaşacağım sizlerle. Okumaktan keyif aldığım bir derleme oldu.
   Çizerin internet sayfasına buradan, Instagram hesabına buradan ulaşabilirsiniz. Puan: 4






Emotions Explained with Buff Dudes - Andrew Tsyaston: Kitap, bir Owlturd karikatür derlemesi. Anlatıcımız Shen, hayatın içinden kimi olaylara eğlenceli bir dille değiniyor. Kaslı üzüntü, öfke ve hayat, Shen'i yerden yere çarpıp duruyor...
   Bir ara çılgınlar gibi Owlturd'ü takip ederdim, hey gidi. Yıllar sonra dönüp bu derlemeyi okumak beni geri götürdü.
   Çizerin Instagram hesabına buradan ulaşabilirsiniz. Yine sona sevdiklerimden iliştireyim. Puan: 4,5





War and Peas - Jonathan Kunz & Elizabeth Pich: War and Peas'ın karikatürlerine önceden internette denk geliyordum, fena değildi. Şimdi Netgalley'e girince görüp alayım dediğim kitap da buydu.
   Bir karikatür derlemesi yine, ancak kimi karakterler tekrar tekrar boy gösteriyor bu sefer, misal Azrail (ki kendisini fena halde Pratchett'ın ÖLÜM karakterine benzettim), cadı, robot...
   Çizerlerin sayfasına buradan, Instagram hesaplarına da buradan ulaşabilirsiniz.
   Okurken pek etkilendiğimi söyleyemem maalesef. Aşağıya en sevdiğimi iliştiriyorum, kalbinizin kırılmasına hazır olun. (Spoiler / Sürprizbozan: Laika...) Puan: 3




Pilu of the Woods - Mai K. Nguyen: Willow okulda kötü geçen bir günün ardından ablasıyla kavga eder ve çok sevdiği ormana koşar. Ormanda Pilu adında bir ağaç perisiyle karşılaşır. O da evden kaçmış ancak yolunu kaybetmiştir. Willow onu evine geri götürebileceğini söyler. Yolda onların hikâyelerini öğrenir ve birbirlerinin öyküleri üzerinden kendi yaşadıklarıyla yüzleşmelerine tanık oluruz.
   Çizimleri oldukça sevimli, renklendirmesi de epey güzel bir çizgi roman bu. Kitabın kurgusu hoş, ancak küçük canavarlar fikri güzel olmasına rağmen neden asıl olaydan önce de bu denli etkili olduklarına değinilse iyi olurdu. Yüzleşme kısmı da sanki daha iyi işlenebilirdi. Yine de kitabı sevdim, çizerin yeni eserlerini merakla bekliyorum. Puan: 4,5


2 Eylül 2019 Pazartesi

Tazecik Kitap Yorumu: Yalancılar ve Sahtekârlar Ansiklopedisi - Roelf Bolt


   Bir süredir roman okumak için dikkatimi yeterince toplayamıyordum, bu sebeple kurgu dışı ve öyküye yöneleyim dedim. Ralph Keyes'ten Hakikat Sonrası Çağ'a başlamıştım, ancak şehir değştirirken kitabı yanımda getiremedim. Kütüphaneden de bu kitabı alayım dedim, konuları da hazır benzer duruyordu. Ancak iyi bir seçim olmadı maalesef...

   Kitapta 146 adet yalancılık ve sahtekârlık vakasına yer verilmiş, ön sözde de bu seçimin neye göre yapıldığı detaylıca açıklanmış.

   Tema olarak oldukça ilgi çekici olsa da kitabın ne düzenini ne de üslubunu beğendim. İçerik A'dan Z'ye sıralanmış, ama mesela başlığın biri "Uydurmanın Dayanılmaz Cazibesi". Ben bu içeriği U harfinde görünce bana ne anlam ifade edecek ki. Yalancı ve sahtekârların adlarına göre sıralansa mantıklı olabilirdi bu alfabetik sıralama. En mantıklısıysa herhalde konularına göre alt başlıklara ayırıp o şekilde sıralamak olurdu: Dini, bilimsel, ticari...

   Üslup konusuna gelirsek de yazar aktardığı bilgiye sıkça müdahale ediyor, alaycı ve gereksiz yorumlarda bulunuyor. Bir örnek vereyim, siz kendiniz değerlendirin. "Kanser Tedavisi: Kafa Çekmek" başlığında hastalarına ilaç diye cin veren sahte bir doktordan bahsediliyor. Yazarın bu başlıktaki yorumlarından biri şu şekilde: "2500 yıllık tıp tarihinin kazanımına bakın: Van Eeghem stayla!" Ben almayayım, pas...

   Normalde pek takılmazdım ama bir kez gözüme batmaya başlayınca bunu da yazayım dedim. "Lourdes Haccı ve Meryem'in Şifası" başlığında yazar yaklaşık bir sayfa boyunca mucizelerin neden var olamayacağını açıklıyor ve şu cümleyle noktalıyor anlattıklarını: "Zaten mucizeler sadece var olmamakla kalmaz, olamazlar da." Oldukça kesin bir yargı. Şimdi de "Profesör Behe ve Akıllı Tasarım" başlığına bakalım. "Bilim dediğimiz şey ortaya hipotezler sunmak, bu hipotezleri sınamak, sınama sonuçlarına göre kabul etmek ya da hipotezi reddetmek veya eksik olduğuna hükmetmek şeklinde çalışır. Ancak din denilen şey doğaüstü fenomenlerle ilgilidir ve tanımı gereği sınanamaz." E, mucize de doğaüstü fenomenlerle ilgili, onu da sınayamaz ve hakkında kesin yargıya varamazsın ki o zaman...

   Kitabın sonundaki notlar kısmında şöyle bir anekdot var, oldukça ilgimi çekti, sizlerle de paylaşayım. Birisi de hayvanların aldatmacaları üzerine bir kitap yazsa ne güzel olur.

   Yıllar boyunca Japon şehri Kagoshima kargalar tarafından rahatsız edilir. Kuşlar yuvalarını elektrik direklerine yapmayı tercih etmektedir ve bu da elektrik kesintilerine neden olur. Sonunda belediye yuvaları yıkmak üzere bir Karga Devriyesi oluşturur. Kargaların cevabı eğlenceli olur: Şehrin her yerine sahte yuvalar yaparlar. Bunun iki sonucu vardır. Gerçek yuvanın yıkılması durumunda evinden atılan karganın kolayca yerleşebildiği çok sayıda yuvası olur. Diğer yanda, Karga Devriyesi artık kargaların yuvası olmayan yuvaları yıkmak için çok fazla zaman harcamak zorunda kalır. Üç yılı aşkın bir zamanda 600 kadar yuva yıkılır "ama sayı artmaya devam eder, elektrik kesintileri de" (Fackler, 2008).

   Bizim kendi tarihimizdeki sahtekârlık vakalarından bir derleme de şahane olurdu. Brooklyn Köprüsü'nü satan George C. Parker'ı okuduk, Galata Köprüsü'nü satan Sülün Osman'ı okuyalım mesela bir de...

   Kitap sanırım bu aralar üçüncü baskısını yapmış. Kitapta birçok düzelti hatası vardı, "birçok, hiçbir, herhangi" geçtiği her yerde ayrı yazılmıştı, umarım bu yeni baskılarda düzeltilmiştir. Kitabın kapağı da sonraki baskılarda değiştirilmiş, halbuki ben yazının başına iliştirdiğim kapağa bayılmıştım.

   Sonuç olarak pek hoşlanmadığım bir kitap oldu bu, ancak okumak isteyen varsa da keyifli okumalar dilerim, umarım siz daha çok seversiniz.

Puan: 2,5

13 Haziran 2019 Perşembe

Tazecik Kitap Yorumu: 5 - Ursula Poznanski


   Geocaching üzerine kurulu bir polisiye kitabı bu. Geocaching nedir derseniz, bir nevi modern hazine avı. Koordinatlara bakarak saklı kutuları bulur ve içine bazen bir not, bazen bir eşya bırakırsınız. Kitabı okumadan önce çok daha hevesliydim bu geocaching işine, ama sonra dedim, amaaaan otur oturduğun yerde, sürpriz yumurtadan sen çıkma sonra... (Bu yorumu geçen sene yazıp yayınlamayı unutmuşum. Aradan geçen zamanda geocaching'e başladım, üç beş de kutu bulmuşluğum var. Heyecan verici bir uğraş, ilginiz varsa bir denemenizi tavsiye ederim).

   Olay şu ki, "hazine avı" formatını kullanarak, işlediği cinayetten bir kanıt ile işleyeceği sonraki cinayete ilişkin bir ipucu bırakan bir katil var.

   Katili bulmak pek zor değil, geocaching'i temel alan kurguysa ilgi çekici. Ancak kitabın kalan hiçbir kısmı için başarılı diyemeyeceğim maalesef.

   Karakterler, diyaloglar, hatta ve hatta betimlemeler çok klişe. Kitabın sonundaki büyük olay da bangır bangır bağırarak geliyor. Sonraki kitaplarda gerçekleşecek birkaç olayı tahmin etmek bile mümkün.

   Ana karakter klişe oluşunun yanı sıra bir abartı balonu aynı zamanda. Ooo, o polis hanım çok zekidir, onunla gurur duyuyoruz vs. deniyor hakkında, ancak gördüğü şeyin koordinat olduğunu anlaması bir asır sürüyor... Bunu anlamak o kadar zor olmamalıydı.

   Birkaç da ufak çeviri yahut editörlük hatası mevcut kitapta. "Straße" Almancada "sokak, cadde", "See" ise "deniz, göl" anlamlarına geliyor. Kimi yerlerde Almanca ve Türkçe kelimeler beraber kullanılmıştı, Wolfgangsee Gölü mesela. Sokak veya cadde isimlerinin geçtiği her ifade de çevrilmeden bırakılmıştı. Başka hatalar varsa da bilemiyorum, Almancam bu kadarına yetiyor...

   Okuduğum her Poznanski kitabıyla birlikte puanım bir bir düşüyor. Sonraki okuyacağım kitap beni şimdiden korkutuyor...

Puan: 2

16 Nisan 2019 Salı

Tazecik Kitap Yorumu: Duygular Sözlüğü - Tiffany Watt Smith


    Epey merak ettiğim bir kitaptı Duygular Sözlüğü, neredeyse son alışverişimin de bir parçası olacaktı. Kütüphaneye bağışlandığını görünce büyük hevesle ödünç alıp okumaya başladım kitabı. Sayfalar ilerledikçe nasıl bir zararın kıyısından dönmüş olduğumu gördüm almamakla.

   Kitapta 154 duyguya yer verilmiş. Bu duyguların kimisi evrensel olarak nitelendirilebilecek duygularken (mutluluk, hüzün gibi), kimisi de kültüre özgü olanlar (misal greng jai).

   Okumaya ilk başladığımda içeriğiyle (vadettikleriyle) aklımı başımdan alsa da devam ettikçe çekilmez bir hâle geldi kitap. Sebep(ler)?

1 - Çeviride büyük sıkıntılar var. Çeviri kıyası yapmadan önce yazarın duyguları hatalı tanımladığını düşünmüştüm, bu da yazara karşı güvenimi zedelemişti. Ne tehlikeli şey... Birkaç örnek vereceğim, alt maddelere geçeyim de karışmasın.
   a) "Umpty" kelimesi "muallakta kalmak" olarak çevrilmiş, "her şeyin kötü gitmesi" olarak tanımlanmış. Muallakta kalmak o anlama mı geliyor? Bu noktada "umpty"nin çevrilmek yerine olduğu gibi bırakılması gerekir, dünya kültürlerinden çeşitli duygularda yapıldığı gibi.
   b) "İç ferahlığı" başlığı. İçerikte özsaygı anlatılıyor. Orijinal metinde bu bölümün başlığıysa "feeling good (about yourself) / (kendin hakkında) iyi hissetmek".
   c) "Mahcubiyet" ve "utanma" başlıklarında anlam kaymaları mevcut. Orijinal metindeki karşılıkları sırasıyla "embarrassment" ve "shame". "Mahcubiyet" başlığı hem kendisini hem utanmayı kapsıyor, öte yandan "utanma"da yer verilen örnekler daha ziyade "rezil olma/edilme" ve "ayıplanma"ya giriyor.

2 - Kimi duygularda anlam kayması var. "Güven" başlığı, "güven"den ziyade "özgüven"i ele alıyor mesela (önceki maddenin sonuncu alt maddesinden farklı olarak yazardan kaynaklı bu).

3 - Evrensel kabul edilen duyguların genelde sadece Batılı kökenlerini ele alıyor, bunu da bir zayıflık olarak görüyorum. Mesela "korku".

4 - Fobileri ve kimi fazlasıyla spesifik durumları (mesela "telefonum mu çaldı kaygısı") duygudan sayıyor. Bilmiyorum, gerek var mıydı? "İstiflemek" de duygudur diyor veya, bir dürtüdür diye açıklıyor. Benzer şekilde "açlık"ı da duygudan sayıyor. Tüm bunları katınca çok geniş bir duygu tanımı olmuyor mu? "Duygu nedir?" kısmında kendisi net bir yanıt vermiyor aslına bakarsanız. Sonuna "hissediyorum" koyabildiğimiz her ifade duygu mudur?

5 - Kimi aynı duyguları farklı isimlerle anlatıyor. Misal, "aşağılanmak" ve "hakarete uğramak". Öte yandan kitapta "aşağılanmak"ın değil, "aşağılamak"ın tanımı "hakarete uğramak"a benziyor.

6 - Duygunun sonunda verilen bkz.ların kiminin gönderdiği duyguyla pek bir bağlantısı yok ya da cidden ben anlamıyorum, belki de serbest çağrışım yapmalıyız. Ancak iş serbest çağrışıma kalacak olursa dünyadaki herhangi iki kavramı birbirine bağlayabilirim...

7 - Kimi yerlerde bilgi şovu yapılıyormuş gibi hissettim, kurgu-dışı kitapta da bunu hissetmek ne garip şeymiş. Yazarın fırsat bulduğu her yerde alıntı ve atıf yapması bunda bir etken.

8 - Kaynakça yok. İleri okumalar kısmı güzel olurdu diye düşünüyordum, tabii o da yok. Ama tahmin edin ne olmuş! Kitabın orijinalinde bunlar mevcut! Burada da yayınevine seslenmek gerekiyor; kaynakçayı kırpmaktaki amaç nedir, nasıl bir açıklama getirebilirsiniz ki böyle bir duruma? Şuan aklıma gelen tek örnek, üniversiteli bir gencin fotokopi ders kitabı alırken daha ucuz diye kaynakçasız olanı tercih etmesi...

   Zevk almadığım ve devam ettikçe sabrımı sınayan bir okuma oldu, yorumu yazarken de sinirlerim epeyce gerildi. Neyse, bir iki şey öğrendim deyip kendimi avutayım.

Puan: 2

13 Şubat 2019 Çarşamba

Tazecik Kitap Yorumu: Release - Patrick Ness


   Bazı günler şok edici haberlerin ardı arkası kesilmez yahut olay üzerine olay patlak verir. Dünya insanın başına yıkılır sanki. Ancak belki de dünyanın yok oluşun eşiğine gelmesi lazımdır tüm dertlerden kurtulabilmek için... Nitekim, gerçekten özgür olduğunuz an, kaybedecek hiçbir şeyinizin kalmadığı an değil midir?

   Release'te (Azat diyelim), birbirine paralel iki öykü mevcut. Bir öyküde Adam Thorn'un yaşadıklarını okuyoruz, diğerindeyse birkaç hafta önce boğularak öldürülmüş olan Katherine van Leuwen'in yolculuğunu. İkisinin öyküsü kan ve gülle birleşiyor birbirine, pek tabii de bir azat süreciyle.

   Adam, on yedi yaşında bir genç. Bir kilise vaizinin oğlu ve kendisinden beklenenleri karşılayamamakta. Bir önceki ilişkisi anlam veremediği bir şekilde son bulmuş. Sabahtan akşama bir gününü okuyoruz Adam'ın, ancak öyle bir gün ki, yaşananlar sebebiyle bitmek bilmiyor.

   Katherine gözlerini yummuş olduğu dünyaya yeniden uyanıyor, ancak bu sefer kraliçenin bedeninde. Bu bedenden ayrılıp ölümden sonraki hayatına devam etmesinin yoluysa ölümüyle yüzleşmesi. Kraliçenin bedenine bağlı oluşu da dünyalar arasındaki denge için büyük bir tehdit. Gün batmadan bu bedenden ayrılmalı, yoksa dünya yok olacak. Bunun farkında olan ve bir faun bedeninde cisimlenmiş olan hizmetkâr da Katherine'in/kraliçenin peşinden ayrılmamakta.

   Adam'ın öyküsünü sevdim, birçok kısımda da beynimden vurulmuşa döndüm ancak maalesef bu vurucu sahnelerin ve karakter üzerindeki etkilerinin biraz çabuk geçildiğini düşünüyorum. Adam'ın özel hayatından ziyade bunlar detaylandırılabilirdi, o kısımlarda koptum kitaptan biraz. Adam'ın en yakın arkadaşı Angela'nın ağzından mesajların direkt olarak verilmesinden pek hoşlanmadım, kurguya yedirilse daha güzel olurdu.

   Katherine'in öyküsü biraz mistik, biraz fantastik. Kimi yerlerde kafa karıştırıcı. Kraliçe ve faunun dünyasına dair daha fazla bilgi sahibi olsaydık daha hoş olabilirdi (Kitabın bazı sahnelerinde onlara dair efsaneler çıtlatılıyor). Katherine'in son yüzleşmesi de dilediğimce çarpıcı değildi maalesef.

   Kitabın arkasında The New York Times'tan bir övgü bulunuyor, "Bu göz kamaştırıcı küçük romandaki her bir cümle mükemmel ve gerekliliğini hissettiriyor." diye. Belki önceden denk gelmişsinizdir, övgülerde aslında söylenenin tersinin kast edildiğine dair bir şaka döner. Şakayı anımsamadan edemedim açıkçası.

   Release, sevmeye ve sevilmeye layık olduğumuza inanmayı ve bizi tutsak eden anılardan kurtulmayı nasıl başarabileceğimizi anlatmaya çalışıyor. Tam anlamıyla başardığını iddia edemeyeceğim, en azından ben bu kitapla kendi kurtuluşumu bulamazdım mesela. Tek bir kitapla kurtuluşa erilebilir mi tartışmasını geçelim... Ancak misal Canavarın Çağrısı'nın birçok konuda gerçekten yardımcı olabileceğini düşünüyorum.

   Kitabı okurken aklıma sıkça Ness'in bir diğer kitabı The Rest of Us Just Live Here geldi. Ana karakterin yaşı ile ailesi ve çevresi, paralel kolda ilerleyen fantastik öykü vs. bu anımsatıcılardan. Kimi yan olayları da benziyor hem. Ve maalesef derdini (benim nazarımda) tam işleyememesi de.

   Kitabın iç kapağı çok güzel. Kitabın alternatif mavi kapaklı baskısına oldukça benzer bir desen yer alıyor. Alternatif kapakları da koyayım hazır bahsetmişken.

  
   Mavi kapaklı tasarımı bendeki turuncu basıma göre daha çok beğendim, daha mistik ve hüzünlü bir havası var sanki; turuncu kapaksa daha bir umut ve huzur hissi veriyor. Tren raylı kapak tasarımını da manidar buldum ve sevdim. Ellerini bırakmasa tren üstünden geçecek, bıraksa sonu olmayan bir düşüş onu bekliyor; ancak belki de özgürlüğe varacak bu düşüşte... Bu noktada aklıma Ray Bradbury'nin bir sözü geliyor: "Uçurumdan atla ve düşerken inşa et kanatlarını."

   Beklentilerim tam karşılanmasa da olsun. Kattığı kadarıyla yetinelim.

Puan: 3

29 Ocak 2019 Salı

Tazecik Kitap Yorumu: Gece Yarısı Gezegeninden Raporlar - Nalo Hopkinson


   Kitap, dört bölümden oluşuyor: İki öykü, kitaba adını veren bir konferans konuşması, bir de ropörtaj.

   Şişedeki Mesaj, küratörlük ve zaman yolculuğunu tek potada eritiyor, Değişim ise Sheakespeare'in Fırtına'sını yeni bir bakış açısıyla ele alıyor. Öykülerin konularını beğensem de maalesef üsluptan zevk alamadım.

   Gece Yarısı Gezegeninden Raporlar, yazarın fantastik edebiyatta ırk konulu konferanstaki konuşması. Bu konuşmayı kendi kültüründen mitolojik elementlerle harmanlayarak hazırlamış ve şahane bir sonuç çıkmış ortaya. Irk, etnisite, egzotiklik ve evrensellik kavramlarının asıl ifade ettikleri üzerinden konuya giriyor ve vurucu bir şekilde iletiyor mesajını. Konuşmayı izlemek isterseniz diye dipnotta yer alan linki verecektim ama link kırık çıktı. Elle linki girdikten sonra bunu fark etmek paha biçilemez... Maalesef aratarak da videoyu bulamadım.

   Son kısım olan Dengeleri Ayarlamak'ta Terry Bisson'ın yazarla yapmış olduğu bir ropörtaj yer alıyor. Ropörtajın bir noktasında Hopkinson kumaş tasarımıyla uğraştığından bahsediyor, tasarımlarını sattığı siteye buradan ulaşabilirsiniz.

   Kitabın baskısı oldukça kaliteli, minik bir ayracı da mevcut. Kapak tasarımınaysa zaten bayıldım, Berat Pekmezci'nin ellerine sağlık. Gül Korkmaz'ın çevirisi de güzel, birkaç ufak hata mevcut, ama pek önemli değil bence. Belirtmek istiyorum ki, şuan kitabın etiket fiyatı on liradan ucuz.

   Ayrıntı Yayınları'nın Bilimkurgu Klasikleri dizisi, hem içeriği hem ucuz fiyatı hem de kaliteli baskısıyla takip edilmeye değer bir seri olacak gibi duruyor. Diğer kitapları da okumak isterim. Hopkinson'a gelince, o da büyük ihtimalle konuları ilgimi çektiğinden kitaplarını okuyacağım bir yazar olacak.

Puan: 3,5

22 Ocak 2019 Salı

Tazecik Kitap Yorumu: Soğuk Deri - Albert Sanchez Pinol


   Orada, bir ada var uzakta... Gitmesek de, görmesek de, o ada bizim adamızdır...

   Sahi, o ada nasıl bizimdir? Bir toprağın sahibi olduğumuza nasıl bir bakışta karar veririz hemen?

   Meteoroloji uzmanı ana karakterimiz kendisinden önceki uzmanın görevini devralmak üzere dünyanın diğer ucundaki, haritada bile görünmeyen minnacık bir adaya gider. Adada kendisinden başka tek bir insan daha yaşamaktadır, fener görevlisi.

   Bir nevi sürgün sayılabilecek bu bir yıllık görev, hem fener görevlisinin tuhaflığı hem de hava kararınca ortaya çıkan akıl almaz tehlike sebebiyle bir hayatta kalma savaşına dönüşür.

   Değinmek istediğim birkaç nokta var. Esasında özellikle kitabın ortalarında da bu durum fazlasıyla açık bir şekilde göz önüne konmasına rağmen spoiler olarak değerlendirilebilir.

   Spoiler ihtimali. Ana karakterimiz "istilacı" İngilizlere karşı topraklarını korumak üzere savaşmıştır ülkesi İrlanda'da. Peki bir toprağın mülkiyeti nereden gelir? Karakterimiz adaya ayak bastığında artık onun bir istilacı olduğunu fark ederiz.

   Spoiler ihtimali. Kitaptaki bir sahnede, akıl hocası baş karakterimizin kafasına bir İngiliz şapkası takar, ona aynada ne gördüğünü sorar. Karakterimiz defalarca şapkanın varlığı ve anlamları üzerine cevap verir, en sonundaysa kendisini gördüğünü söyler. Önemli olan farklılıklara bakıp ötekileştirmek değil, bunların ardındakini görebilmektir.

   Spoiler ihtimali. Bu ötekileştirme, aklıma Black Mirror'ın Men Against Fire bölümünü aklıma getirdi. Karşımızdaki düşmanla aramıza bir mesafe koymadıkça, onu canavarlaştırmadıkça, nasıl savaşmaya devam edebiliriz ki? Aynı özden olduğumuzu düşünürsek nasıl düşman kalabiliriz?

   Kitabın gerilim dozu oldukça yerindeydi, sonunu da sevdim. Okuma süreci boyunca bazı yerlerde koptuğumu hissettim ancak genel anlamda sürükleyici buldum.

   Soğuk Deri, Jaguar'ın Prospero Kitaplığı'ndan çıkan ilk eser. Serinin tanıtım yazısı şu şekilde:

   "Shakespeare’in Fırtına’sında Prospero, kızıyla birlikte on iki yıl yaşamak zorunda kaldığı adadan ayrılırken sihirli asasını ve kitaplarını gömer. Prospero’nun kayıp kitaplarından mahrum kalan insanlığın kendi rüyalarını (ütopya), kâbuslarını (distopya), hayallerini (fantastik) ve geleceğini (bilimkurgu) yazmaktan başka çaresi kalmamıştır artık."

   Tanıtımı okuduğum an vurulmuştum açıkçası, daha güzel bir tanıtım yazılabilir miydi bilmiyorum. Serinin kapaklarını ise ilk başta oldukça renksiz ve sade bulmuştum. Ama şimdi misal bu kitabın kapağına bakınca deniz fenerini görüyorum ve başarılı buluyorum tasarımı.

   Kitabın ilk sayfasının üst kısmında seriye adını veren Fırtına'dan bir alıntı mevcut, sayfanın ortasında ise etrafında bir çember olan bir daire bulunuyor (alıntıya ithafen olsa gerek), en altta da yukarıda paylaşmış olduğum tanıtım yazısı mevcut. Çok hoşuma gitti açıkçası bu sayfa. Eleştiri olarak alıntının İngilizce oluşunu söyleyebilirim, dili bilmeyen okurlar için üzücü olacaktır bence, Türkçe çevirisinin yazılması daha doğru bir karar olurdu diye düşünüyorum. Alıntıya da yer vereyim (bu alıntı için çeviri olarak Emine Ayhan'ınkini beğendiğimden onu iliştirmeye karar verdim) :

"We are such stuff
As dreams are made on; and our little life
Is rounded with a sleep."


"Bizler aynı hamurdan yoğrulmuşuz düşlerle
Ve naçiz hayatımız döner döner,
Bir uykuyla son bulur gene."


   Yıldız Ersoy Canpolat'ın çevirisi oldukça güzel, ellerine sağlık. Tek aklıma takılan, birkaç yerde gözbebeği - iris karmaşası yaşanması, ancak yazar kaynaklı da olabilir bu durum, bilmiyorum. Kitapta beş-altı tane yazım hatasına rastladım, umuyorum ki bir sonraki baskıda düzeltilir. Daha önceden herhangi bir Jaguar kitabında hataya rastlamadığım için şımarmış olabilirim :P

Puan: 4

12 Ocak 2019 Cumartesi

Kısa Kesmek İcap Ederse: Kırık Kanat, Beyaz Kum

   Bu yazıda tatlı mı tatlı bir arkadaşımın hediye etmiş olduğu iki çizgi romandan bahsedeceğim. Buradan da teşekkür edeyim tekrardan :P

Kırık Kanat - Antonio Altarriba & Kim: Altarriba bu kitapta annesi Petra'nın doğumundan ölümüne hayatını anlatıyor. Trajediyle dolu bu hayatta, arka planda da İspanya'nın geçirdiği değişimi görüyor, iç savaşın etkilerine tanık oluyoruz.
   Kitap dört bölüme ayrılmış, her bölüm Petra'nın hayatında önemli bir role sahip olan bir erkeğin yanında geçirdiği döneme denk geliyor. İlk bölüm bu kişi babası, bir sonrakiyse işvereni general, diğeri kocası, sonuncusu da sevgilisi.
   Altarriba, babasını anlatan Uçma Sanatı'nı yazdığında, okurlardan birisi "Peki ya anneniz?" diye bir soru yöneltmiş. Kitabın son sözünde itiraf ediyor, Uçma Sanatı'nda annesinin, sadece babasının öyküsünün altını çizmek için orada olduğunu. Annesine soğuk ve sofu bir rol vererek haksızlık yaptığını da. Uçma Sanatı'nı merak etsem de böylesi fedakâr, cefakâr, muhteşem bir kadının o şekilde anlatıldığını görmek beni mahveder.
   Kitabın çevirisi fena değil, bazı ifadelerin Türkçeleştirmesini epey başarılı buldum hatta, ama sık sık yapılan yazım hataları göz kanatacak durumda. Çizimler de fena değil. Kitap şömizli, şömizin altındaki kapağa bayıldım.
Puan: 3,5


Beyaz Kum - Brandon Sanderson: Onun adı Kenton... O son kum bükücü...
   Şakayı bir kenara bırakacak olursak, Kenton insanların kuma hükmedebilme yeteneğine sahip oldukları bir toplulukta yaşıyor, babası da bu hükmetme sanatında en yetkin olan isim ve topluluğun da başı. Kenton esasen pek bir kabiliyet gösteremiyor bu sanatta, ancak görüyoruz ki içinde bir cevher de mevcut.
   Kurgunun fazla derinlerine girmemek adına konusundan daha fazla bahsetmeyi düşünmüyorum, ancak yine de bir iki noktaya değineyim. Kitaptaki kimi olaylar okuru sanki biraz yanlış yönlendiriyor, Mastrell yolunu tamamlamak misal. Sanıyorsunuz ki bir ömür alacak, şansın da yardımıyla beş dakika sürüyor :D Bilemedim. Klişeye kaçan kimi olaylar da mevcut, bir önceki paragrafta bahsettiğim cevherin açığa çıkışı gibi.
   Kitabın çizimleri ilginç, sanki taslağın üstü direkt boyanmışçasına birçok kalem izi mevcut her yerde. Kitabın sonunda taslaklar yer alıyormuş, kıyaslayınca tabii gördüm ki son halindeki izler hiçbir şey... Renklendirmeyi ise başarılı buldum. Panellerin değişken şekilleri dinamik bir hava vermiş, o da hoşuma gitti.
   Kitabın çevirisi, editörlüğü son sayfalara kadar güzel, ancak sanki son sayfalarda nazar değmiş. Bir anda yazım yanlışları beliriyor, hatta konuşma balonları bile piksellerine ayrılıyor. Neden böyle oldu acaba.
   Sanderson seviyorsanız bakabilirsiniz, ancak konunun iyi işlenemediği kanaatindeyim. Puan: 3

27 Aralık 2018 Perşembe

Tazecik Kitap Yorumu: Köpek Kalbi - Mihail Bulgakov


   Köpek Kalbi kısacık, içi dolu turşucuk bir kitap. Minik hacmine rağmen hem hicvi hem bilim kurguyu bir potada şahane bir şekilde eritmiş.

   Esasında kitabın konusunu yazmak istemiyorum tadını kaçırmamak için, ancak arka kapakta içerikten epeyce bahsedilmiş. Eğer arka kapağı okumayı tercih ettiyseniz yorumu okumaya devam edebilirsiniz. Okumayacaksanız spoiler sayıp bu yorumu da okumamanız yerinde olur.

   Profesör Filipoviç oldukça başarılı bir bilim adamıdır ve hayvanlardan aldığı çeşitli organları insanlara nakledip onları bir nevi gençleştirerek üne kavuşmuştur. En önemli deneyini gerçekleştirmek üzere de bir sokak köpeğini alır evine. Köpek Şarik'in hipofiz ve erbezlerini bir insanınkilerle değiştirir, ancak sonuç beklediği gibi olmaz... (profesör, köpeğiniz olayım şöyle çılgın deneyler yapmayın -iğrençlikte bugün.)

   Kitabı okuduğumda aklıma ilk gelen, Futurama'nın Anthology of Interest II bölümünde robot Bender'ın Profesör Farnsworth sayesinde bir insana dönüştürülüşü oldu. Filipoviç'in bakış açısıyla "haddini bilmeme", geleneksel bir bakış açısıyla ise "nefsine yenik düşme" veya "iradesine sahip çıkamama" durumları yaşar Bender. Genel anlamda, biyolojik olarak bir insan gibi görünmek yeterli değildir, toplum tarafından konulmuş sözlü/sözsüz yasalara da uymak gerekir, ahlaki değerler artık onun için bir manâ taşımalıdır. Hatta, beklentilere uyduğu sürece bir insan, insan muamelesi görür de diyebiliriz (ki bunu özellikle Şarik'in durumunda şiddetle görürüz).

   Kitaptaki hipofiz değişimi olayının nasıl kullanılabileceğine kafa yordum. Haliyle aklıma savunma geldi... Bunun üzerine de Fringe'i ve Walter Bishop'ı anımsamadan edemedim (gerçi savunma sanayi teknolojilerine kalmadan, çılgın deneyler yapan bilim adamı denince akla Walter'ın gelmemesi biraz zor).

   Bir arkadaşım Kayıp Rıhtım Öykü Seçkisi'nin 100'ler Kulübü Kahramanları teması için Köpek Kalbi'ni esas alan bir öykü yazmıştı. Kitaptan evvel okumuştum öyküyü, haliyle unutmuşum... Şimdi tekrardan okuyunca daha bir beğendim. Sizin de okumanızı şiddetle tavsiye ederim, buradan ulaşabilirsiniz.

   Mustafa Yılmaz'ın çevirisi takdire şayan, ayrıca aydınlatıcı dipnotlar için de teşekkür etmek istiyorum.

   Yorumu burada bitirirken, bir yandan da kenarda duran bir diğer Bulgakov eseri Ölümcül Yumurtalar'a göz kırpıyorum...

Puan: 4

22 Kasım 2018 Perşembe

Tazecik Kitap Yorumu: Triffidlerin Günü - John Wyndham


   "Çarşamba olduğunu düşündüğünüz bir gün pazar gibi başlamışsa ciddi bir sorunla karşı karşıyasınız demektir."

    Bir iş gününde duyacağınız bütün o gürültüden uzak bir sabaha uyandığınızı hayal edin, ne motor kükremesi, ne korna, ne de bir yerlere yetişmek için oradan oraya koşuşan insanların adım sesleri. Sessizlik; ara sıra tereddütlü ayak sürüme sesleri ve çığlıklarla kesilen.

   Bill Masen, triffidler üzerine çalışan bir bilim adamıdır. Bir çeşit bitkidir bu triffid, hareket kabiliyeti olan, etçil bir bitki. İnsanları bile öldürebilecek kuvvette bir zehir üretir. Peki neden yine de insanoğlu bu triffid denen bitkiyi yaşatır? Ondan elde edeceği yağın ekonomik getirisi için elbette.

   Masen bir gün bu zehrin gözüne sıçraması üzerine hastaneye kaldırılır, başı da sargıya alınmıştır. Sargılarının açılmasından önceki gece radyolardan duyuru yapılır, gökyüzünde muazzam bir şölen vardır, daha önce böylesi parlak renkli ve ışık saçan bir meteor yağmuru görülmemiştir. Aslına bakarsanız, belki bir daha görülmeyecektir de... Çünkü ertesi gün, bu olaya tanık olan herkes kör olmuştur.

   Sargılarını korkarak açar Masen, ancak bu gözlerini yeniden açtığı dünya, kaçınılmaz bir yıkımın eşiğindeki bir dünyadır: Nüfusun %99'unu etkileyen bir körlük, dünya üzerindeki en zeki ve manipülatif varlık olan insanın bir bakıma elenmiş olması sebebiyle besin zincirinde bir üst basamağa geçen triffidler ve bir de etrafı kasıp kavuran bir salgın hastalık...

   Ana karakterimizle beraber şehri dolanırken, intihara kalkışan birçok insana da rastlarız; bu da kurgunun geçtiği dönemde, ülkelerin uzaydaki uydularına verecekleri tek bir komutla birbirlerini haritadan silebilecekleri tehditlerinin gırla döndüğü paranoya döneminin etkisi olsa gerektir. Öte yandan, yazarın kendi içinde yaşadığı dönem de esasında pek farklı değildir.

   Kitapta bu muazzam afete çeşitli yaklaşımları görme fırsatımız olur; görenlerin kaçıp medeniyeti sıfırdan inşa etme ideali veya görenlerin görmeyenlere liderlik ederek sistemi kurtarmaya çalışması gibi... Açıkçası, Triffidlerin Günü okuduğum en korkutucu ve ahlaki açıdan en çok ikilemde bırakan kıyamet senaryosuydu. Yazarın tüm durumları artıları ve eksilerini ele alarak yazışı ve herhangi bir seçeneği idealize etmeyişini takdir ettim.

   Kitapta aklımı başımdan alan noktalardan biri de karakterlerden birinin kadınlara güçsüzlük fikrinin kabullendirilmesi üzerine söyleviydi. Sırf o kısım için bile kitabı tavsiye edebilirim.

   Kitapla ilgili yorumları incelerken okurların Yürüyen Ölüler havası hissettiklerini yazdıklarını gördüm, özellikle de ilk sahneyle. İki kurgunun da hastanede gözlerini dehşet dolu bir dünyaya açan karakterlerle başlaması bunda etkili tabii, sokakta insanları yemek için dolanan varlıklar da haliyle. Ben ise bunu asıl Masen, küçük bir kız çocuğu olan Susan'la karşılaştığında hissetmiştim, Telltale'in oyununu hatırlayarak. Susan'a nasıl triffidlerle baş edeceğini öğretmesi, bir bakıma ona baba oluşu...

   Triffidlerin Günü'nü okurken hatırlanabilecek bir diğer eserse Saramago'nun Körlük'ü. Ancak Wyndham'ın senaryosunda, Körlük'teki gibi bir yozlaşma yaşanmıyor. Aslına bakarsanız, kitapta bir noktada gören-görmeyen oranları farklı olsa işlerin nasıl değişebileceğinden bahsediliyor. Bir de bence yozlaşmama sebeplerine sokaklarda kol gezen tehlikeleri ve dönemin paranoya havasını da katmak gerekli.

   Kitapta Percy Shelley'nin Ozymandias şiirinden bir alıntıya yer veriyor Wyndham. Sunuş kısmında "İnsanlığın kibrinin bir trajedisi," diyor Langford bu kitap için, şiirin bir yansıması ve kitabın da muhteşem bir özeti olarak.

   Kitabın kapak tasarımını maalesef beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Yıllar önce kitabın çıkacağı ilk duyrulduğunda şu linkteki ikinci tasarım kullanılmıştı. İçim kaldı diyebilirim. Kitabın cildi kaliteli, iç kapağını çok beğendim. Kitabın çevirisi Niran Elçi'ye ait ve her zamanki gibi muhteşem. Ayrıca tertemiz bir okuma da sunuluyor bizlere.

   Sanırım en sevdiğim yazarlar arasına bir yazar daha kattım. Wyndham'ın diğer eserlerini de okumayı muhakkak istiyorum.

Puan: 4,5

8 Kasım 2018 Perşembe

Kısa Kesmek İcap Ederse: Tepe, İnsomnia Café

   Karakarga Yayınları'ndan çıkmış iki çizgi romandan bahsedeceğim bu yazıda.

Tepe - Fırat Yaşa: Binlerce yıl önce Göbeklitepe'de geçen, insanla doğanın daha sıkı bir bağının bulunduğu (ki bunu hayvanlarla konuşma yeteneği olan insanların varlığına dayanarak söylüyorum) bir öykü bu. Bir yanda Gökbaba'ya inanıp onu tatmin etmek için ona kurban ardına kurban bağışlayan, ataerkil ve açıkçası biraz karikatürize bir kötülük gösteren topluluk var, bir yanda ölümden sonra ne olacağının bilinmez olduğunu düşünen, doğayla daha barışık ve anaerkil bir toplum.
   Hayvanlarla konuşma yeteneği olan ana karakterimiz Rat, insan topluluklarından uzak durmakta ve oradan oraya dolanmaktadır. Bu esnada Gökbaba için kurban edilmekten kaçan yavru bir geyikle karşılaşır. Yavru ile annesinin yolları kaçarken ayrılmıştır, Rat da ona geri dönüp annesini bulma çabasında yardımcı olur.
   Kitabın çizimleri oldukça güzel, renklendirme ise muazzam, Fırat Yaşa'yı tebrik ediyorum. Kitapta yer alan ve kurgunun özünü oluşturan Maya masalı da oldukça hoştu. Öte yandan olay örgüsü beni pek içine çekmedi maalesef, anaerkil ve ataerkil topluluk arasındaki çatışma da bence iyi işlenememişti, siyah-beyaz gibiydi karşıtlıkları. Mantıklı gelmiyor bu durum bana, üzgünüm. Puan: 3,5


İnsomnia Café - M. K. Perker: Peter Kolinsky özellikle eski basım ve kıymetli kitaplar üzerinde uzmanlaşmış bir kitap eksperidir, birtakım sorunlar sonucu işini bırakmış ve bir dağıtımcıda çalışmaya başlamıştır.
   Kolinsky geceleri uyuyamayaz, e haliyle de acıkır, ancak sokaktaki evsizin köpekleri yüzünden eve yemek söylemeyez, ve tüm bunların sonucunda dolanırken İnsomnia Café'yi keşfeder. Bu kafede Angela ile tanışır ve Angela ona ilginç bir dünyanın kapılarını açar. Sonra mı? Sonrası keşmekeş...
   Kitap önce sonu gösterip, sonra başa sarıyor. Ancak yine de o son insanı bir afallatıyor. Diyorum bu his nereden tanıdık geliyor... Minik bir spoiler uyarısı! Birçok okur da aynı afallamayı hissetmiş ve Alacakaranlık Kuşağı'na benzetmişler kitabı. Daha fazla katılamazdım.
   Kitabın çizimleri fena değil, ancak bayıldığımı da söyleyemeyeceğim. Kurgu için de aynı şekilde düşünüyorum. Algının tersine çevrilmesi kısmını ise başarılı buldum. Ah, bir de not düşeyim, Kolinsky'nin aylaklık ettiği sahnelerden birinde onu oynadığı kumandanın pillerini burnuna sokmuş olarak görmemiz bana kahkaha attırdı... Son olarak da kütüphane kısmı aklıma Stephen King'in Ur öyküsünü getirdi biraz. Puan: 3

3 Kasım 2018 Cumartesi

Tazecik Kitap Yorumu: Buzul Çağı - Nicolas de Crécy


   Dört bir yana uzanan buzların ortasında bir grup kaşifle başlıyor kitap. Ancak bu kaşiflerin tamamının insan olmayışı, yani birkaçının köpek ila domuz arası, bilinçli bir hayvan oluşu (hayvan diyerek hakaret mi etmiş oldum acaba?) kitabın fantastiğe kayacağının ilk ipuçlarını veriyor.

   Kaşifler, binlerce yıl süren bir buzul çağının ardından, eski dünyaya dair kalıntıları inceleyerek geçmişteki yaşama dair bir fikir edinmeye çalışıyor. Bir noktada da Louvre Müzesi karşılarına çıkıveriyor.

   Arkeologların unutulmuş bir kültüre karşı çıkarımları oldukça eğlenceli. Sıradakinden Alıntı'da paylaştığım üzere, binanın birinin yüzeyinde gördükleri grafitileri "dinsel gravürler" olarak değerlendiriyorlar misal. Müzedeki tabloların diziliş sıralarını değiştirip "kronolojik sıra"ya koyduklarını düşünerek bir hikâye uyduruyorlar veya. Bu noktada, bizim çağımızdaki insanların alfabeyi henüz keşfetmemiş, resimler aracılığıyla duygu ve düşüncelerini aktaran varlıklar olduğunu düşünmekten de geri kalmıyorlar... (gerçi daha bir dakika önce tablonun üstünde ressamın adını okuyup, sonrasında çevrede yazıya dair hiçbir kanıt görmediklerini söylemeleri çelişik). Onların bu varsayımları, bizim de binlerce yıl evvel yaşamış atalarımızın eserlerini doğru yorumlayıp yorumlamadığımızı düşündürüyor tabii.

   Fantastiğe kayma demiştik... Köpek kaşifimizin, ki adı Hulk, müzede bulduğu eserlerle konuşabildiğini görüyoruz. Müze sakinleri epey sevimliymiş, bunu da demeden geçemeyeceğim (kaşif grubumuz için bu pek söylenemez açıkçası). Kitabın sonunda da fantastiklik seviyesi zirve yapıyor ve perde iniyor.

    Kitabın çizimlerini ve özellikle de renklendirmesini beğendim. Eğlenceli bir kitaptı da. Kitapta yer alan eserlerle ilgili olarak kitabın sonuna konmuş olan ek de hoş bir dokunuş olmuş. Olumsuz noktalarına değinecek olursam da, işin fantastiğe kayışı tam kafamda oturmadı açıkçası. Bir de minik bir spoiler, karakterleri patır patır kaybetmek de tuhaftı.

Puan: 3,5